Quantcast
Channel: "Hayaller ve Harfler"- Hülya Soyşekerci
Viewing all 195 articles
Browse latest View live

Raşel Rakella Asal'ın romanı "Cecile" yayımlandı!..

$
0
0




“Cecile” hakkında


 “Cecile” romanı 1939-1943 yılları arasında Varşova’da yaşamış Yahudi bir genç kızın ağzından anlatılıyor.  Roman Cecile’in savaş sonrası göç etmek zorunda kaldığı İsrail’den 1986 yılında Varşova’ya gelişi ile çocukluğunu, gençliğini anımsaması ile başlıyor. İlk günler geçmişin acı dolu anıları yüze çıkıp onu ele geçirmeye başlıyor. Varşova’daki Majdanek kampını ziyareti sırasında geçmişine farklı bir perspektiften bakabiliyor. Çünkü artık Cecile yaşamın öğrenmek olduğunu anlamıştır. Ve her deneyimin değeri vardır. Deneyiminin olumlu olmadığını bilir, fakat ona sahiptir.  Kendini bu kötü anılara mahkûm edilmiş hissetse de yaşama, dünyaya ve insanlara açılabilen pencereler olduğunu anlar. Yaşadıkları ne kadar korkunç olursa olsun, onları yenebileceğinden emin bir şekilde Varşova’dan ayrılır. 
Acı deneyimleri ona minnettarlığı, şükran duymayı öğretmiştir.  
Artık geçmişi ile barış sağlanmıştır. 



“Bir yazar olarak geriye dönüp Holocaust’a baktığım zaman her şey çılgınca geliyor.  Soykırım hakkında çok kitap okudum ve notlar aldım. İnsanların lağımlarda, tuvaletlerde, ahırlarda ve açık alanlarda nasıl yaşadıklarını, partizanlara katıldıklarını ve nasıl hayatta kaldıklarını bu okumalarımdan öğrendim. Varşova’da yaşarlarken yaşamlarının nasıl yavaş yavaş değiştiğini, nasıl Varşova gettosunun oluştuğunu ve insanların o getto duvarları arasında neleri yaşadıklarını okudukça o günler hakkındaki bilgilerim daha da derinleşti. O dönem içinde yaşama nasıl tutunduklarını, sanatla nasıl bir ilişki içinde olduklarını, nasıl eğitimlerine devam ettiklerini ve nasıl amatör tiyatro faaliyetlerini sürdürdüklerini zihnimde canlandırdım. 


Böylece Holocaust okumalarım yaşama tutunmanın ne olduğunu en iyi anlatan belgelere dönüştü. Bu bilgileri bir roman kurgusunda yazmaya karar verdim.  Cecile böyle oluştu. Bu açıdan bakıldığında “Cecile” Varşova gettosundaki Yahudi yaşamının romanıdır.


1998 yılında bitirdiğim bu romanımı bugüne kadar hep içimde sakladım. Derken soykırımın olmadığını iddia eden yazılar okumaya başladım. Sessiz kalamazdım.  Hele soykırımı yaşayanların bugünkü günde oldukça yaşlandıkları düşünülünce bu olayın hiçbir gerçek tanığı kalmayacak.  Onun için her şey yazılmalı. Holocaust’u tüm dünyayla paylaşılmalı.  Hala şansımız varken anlatmalıyız.  Yoksa gelecek nesiller “Bu, geçmişte kaldı.  Artık ne önemi var?” diyecekler.”

Raşel Rakella Asal






Ege Üniversitesi Sempozyum “Kültür ve Edebiyatta Cinsiyet, Cinsellik, Şiddet” Güncellenmiş Program

$
0
0
15 Kasım, Perşembe

09:00-09:30
Açılış
09:30-10:30
Ayla Kutlu
“Oyalarda Kadın Kültünün Kaynakları, Kimliğin Biçimlendirilmesi ve Cinsellik Temaları Üstüne Bir Değerlendirme”
10:30-11:00
Çay-Kahve Arası
11:00-12:30
Fazıl Gökçek
Felsefe-i Zenan (Kadınlar Felsefesi): Erkek Egemen Toplumda  Bir Kadının Feryadı
Seçil Karal Akgün & Ceren Aygül
……..
Ayşegül Utku Günaydın
Rasyonalitenin Çözülüşü ve Erkek Benliğinin Parçalanışı: Histerik Erkekler, Melankolik Kadınlar
Feyza Ak Akyol
Çocuk Edebiyatında Yansıtılan Cinsiyetçi Temsiller
Nevzat Süer Sezgin
Çocuk Yazınında Gizli Cinsiyet Ayrımcılığı ve Sonuçları, Çözüm Önerileri
Nilay Yılmaz
Çocuk Kitaplarında Kadın İmgeleri ve İmgeler Arasındaki İdeoloji
Sezer Sabriye İkiz
Feminist Devrime Doğru: MargePiercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın Adlı Romanında Ütopik Dünya
Özlem Öğüt
Toni Morrison’ın En Mavi Göz ve Caz Adlı Romanlarında Cinsiyet, Cinsellik ve Şiddet
Ayla Oğuz
Buchi Emecheta’nın Shavi’nin İğfali Adlı Eserinde Öteki Annelerin  Sesleri
PANEL
Mehmet Bozok
Irazca’dan Uluguş’a Fakir Bayburt’un Erkek Egemen Düzene Direnen Kadınları
Yonca Güneş Yücel
Bekir Yıldız Öykücülüğünde “Reşo Ağa” Üzerine Bir Anlatı
Meral Akbaş & Nihan Bozok
Ne Aşk, Ne Sevgi!: Ters Yüz Edilen ‘Bilindik’ Hikayeler
12:30-14:00
Öğle Arası
14:00-15:00
Şebnem İşigüzel
“…………………………………………………….”
15:00-15:30
Çay-Kahve Arası
15:30-16:20
Nevzat Kaya
Edebiyat Kanonu ve Dişil Şiddet

Nazmi Ağıl
Beowulf’un Kadınları

Gökşen Aras
“Medyada Kadın ve Şiddet: Yatağımdaki Düşman, Doğuştan Katiller ve Forest Gump
Meryem Ayan
Medyada Şekillenen Kadına Karşı Şiddet

Nazife Aydınoğlu
Kadına Yönelik Şiddet: Alice Walker'ın The Colour Purple ve Ayla Kutlu'nun Zehir Zıkkım Hikayeler ve Sen de Gitme Triyandafilis Eserlerinin Karşılaştırmalı İncelenmesi
Onur Çalı
Genç Öykücülerde Toplumsal Cinsiyet-Mekan İlişkisi
Zekiye Çağımlar
Kastamonu Yöresinde “Köçek” Geleneği ve Bu Geleneğin Toplum İçindeki Değeri”
Ali C. Gedik
Müzik Teknolojisi: Toplumsal Cinsiyetin Yeni Görünümleri

16:20-16:40
Çay-Kahve Arası
16:40-17:30
Aylin Nazlı
Bedenin Giysisi Cinsiyet: Biyolojik Cinsiyetten Sosyal Cinsiyet ve Sonrasına Beden-Cinsiyet Etkileşiminin Bir Yol Haritası
Ahu Paköz & Çiçek Coşkun
Margaret Fuller ve 19. Yüzyıl

Ümit Kireççi
Cinsellik ve Çizgi Roman
Ayalp Talun İnce
Her genç Kızın Hayali: Gençlik Yazını Vampir Öykülerindeki Rol Modeli Kadınlar Üzerine Farklı Okumalar

Esen Kunt
Yeni Türk Sinemasında Eril Nazar ve Arzunun Mikro Politikası
İzlem Ali Kanlı
Bir Kültürel Gösterge Olarak Sinema ve Lal Gece Filminin Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik, Şiddet ve Kültürel Bağlamda Okuması

Necla Öztürk
Türk Hukukunda Kadına İlişkin Düzenlemeler ve Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun
Demet Havaçeliği
Aile İçinde Kadına Karşı Şiddet ve Risk Faktörleri: İzmir Kadın Sığınmaevleri Çalışması


16 Kasım, Cuma

09:00-10:00
Erendiz Atasü
“Şiddetin Kadın Yazarların Öykülerindeki Yansımaları”
10:00-10:30
Çay-Kahve Arası
10:30-12:00
Yeşim Başarır
Walt Whitman’ın Şiirlerinde Bedensel Farklılık ve Cinsiyet Algısı
Atanur Memiş
İki Yazar Bir Cinsiyet: Dille Var Edilen Kadın
Cemre Mimoza Bartu
Carol Ann Dufy’nin Gözünden Dünya’nın Tüm Eşlerine

Mukadder Erkan
Kadının Geniş/Dar/Son Zamanları: Ayşe Kulin’in Anlatı Dünyasına Foucaultcu Bir Yaklaşım
Merve Apaydın
Edebiyatta Kadının Yeniden Üretilme Sorunu: Elif Şafak Yazını Üzerinden Bir Okuma
Oya Şakı Aydın
Orhan Kemal’in Eserlerinden Uyarlanan Televizyon Dizilerinde Toplumsal Cinsiyet, Şiddet ve Aile
Gizem Akyol Aycan
Cumhuriyet Dönemi Romanlarında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Toplumsal Değişim ve Mahremiyetin Dönüşümü
Ayşe Öykü İş
Yirminci Yüzyıl Başında “Yeni Kadın” İmgesi Üzerine Tartışmalar
Elvan Karaman
Üç Türk Romanında Dört Nesil Cumhuriyet Kadınının Aydın Mücadelesi ve Yolundaki Engeller
Hazel Melek Akdik
Kırmızı Pelerinli Kent’ten Mucizevi Mandarin’e Kadın Yazarın Yaratım Sürecinde  Beden ve Acı
Selime Büyükgöze
Patriyarkanın Diline Bir Başkaldırı Öyküsü: Sevim Burak’ın Öykülerinde Denetim Altındaki Kadınlar
Ümral Deveci & Alev Öztürk
Tahir ile Zühre Hikayesinde Aşk ve Şiddet
12:00-13:30
Öğle Arası
13:30-14:30
Berat Alanyalı
“Onat Kutlar Öykülerinde Usul Şiddet”
14:30-15:00
Çay-Kahve Arası
15:00-16:30
Berna Yazıcı
Kameralar, Cinsellik, Şiddet: Şiddetin Dönüşen Halleri Üzerine Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Düşünmek
Ahmet Talimciler
Spor ve Spor Sahalarında Ötekileştirilen Kadın
Seher Uysal
Kamusal Alanda “Mahremiyet”i Sorgulamak: M. Abramovic ve T. Emin’den Ş. Moral ve Canan’a Cinsellik, Şiddet ve Kadın Kimliği
Zafer Parlak
Pippa Bacca Örneği ve Türkiye’de Yabancı Kadın Olmak
Gizem Ekin Çelik & Pelin Dinçer
“Gender Wide Shut”: Türkiye’de Kadına Karşı Şiddetin Güncel Siyasal Söylem Bağlamında Analizi
Duygu Uzel
Mor Menekşeler
Atalay Gündüz
Sosyalist Feminist Bir Şiddet Eleştirisi Olarak George Bernard Shaw’un Mrs. Warren’s Profession Adlı Oyununda Fahişelik Olgusu
Yasemin Yavaşlar Özakıncı
Cynthia Ozick’in The Puttermesser Papers Adlı Romanında Kadının Alternatif Üretkenlik Biçimleri
Arzu Korucu
Önce Eros Vardı: Wuthering Heights’da Toplumsal Cinsiyet ve Thanatos
Melike Uzun
Peyami Safa’nın Yalnızız Adlı Romanında Kadın Algısı ve Muhafazakârlık
Ayşe Duygu Yavuz
Oğuz Atay’ın Oyunsuz Yaşayanları: Toplumsal Cinsiyete Hapsolmuş Kadınlar
Mürüvvet Pınar
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm Adlı Romanında Büyülü Gerçekçilik, Aile, Toplum ve Kadın
16:30-17:00
Çay-Kahve Arası
17:00
Kapanış Konuşmaları



"Mavi Harfler Atölyesi" ile edebiyat içinden bir merhaba

$
0
0

               

                "sesimi harflerin içine gizledim / sonra bıraktım / kendi maviliğimi dinledim" HS



               
        


Son yıllarda özellikle edebiyat eleştirisi alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken Hülya Soyşekerci, bu kitapta yer alan “okuma notları”nda Türk ve dünya edebiyatında bir gezintiye çıkarıyor okuru. Tomris Uyar’dan Yusuf Atılgan’a, Füsun Akatlı’dan Tarık Dursun K.’ya, Flaubert’ten Edgar Allan Poe’ya keyifli ve sıkı bir yolculuk.
(arka kapak)





"MAVİ HARFLER ATÖLYESİ" – HÜLYA SOYŞEKERCİ - Komşu Yayınları: 120 / SICAK NAL 9 / İnceleme: 1
1. Basım: 2012 / ISBN: 978-605-5497-53-8 /Sertifika N0: 10748 / 312 s. / 18 TL; İstanbul.

Genel Yayın Yönetmeni: Enver Ercan

Baskı ve Cilt: Ege Basım, İstanbul



ÖYKÜ PENCERESİNDE “EKSİLMEYEN GÜNLER” Cahit Sıtkı Tarancı’nın Öyküleri

$
0
0



Cahit Sıtkı Tarancı öncelikle Otuz Beş Yaş şiiriyle anılır edebiyatımızda. Düzyazılar, mektuplar, öyküler yazmış olmasına rağmen Cahit Sıtkı Tarancı’nın şairliği daima ön planda olmuş ve bu durum öykülerini gölgede bırakmıştır. İçten söyleyişlerle, akıcı ve duru bir dille yazdığı şiirlerinde;aşkın, hüznün yanı sıra yaşama sevincinden süzülen ölüm endişesi asıl izlekleri oluşturur.



Kırk altı yaşında yaşama veda eden Cahit Sıtkı Tarancı’nın öykü türüne yoğun emek verdiği halde bu öykülerinin yıllarca gazete sayfalarında kalarak kitaplaşamaması, onun öykücülük yönünün genç kuşaklar tarafından tanınmasına uzun süre engel oldu. Tarancı’nın Cumhuriyet gazetesinde 1935-1947 yılları arasında yayımlanan öykülerinin sayısı 80’i buluyor.



Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümünün 50. yıldönümünde (2006) ilk kez bu öykülerin önemli bir kısmı derlendi ve o unutulmaz  “Gün Eksilmesin Penceremden” şiirinden gelen adla, Can Yayınları tarafından yayımlandı. Cahit Sıtkı Tarancı, bu yıl kitabının dördüncü baskısıyla bir kez daha “öykülerle merhaba” diyor bize sanatın ölümsüzlüğü içinde.



Gün Eksilmesin Penceremden seçkisinde Tarancı’nın 43 öyküsü yer alıyor. Kitaptaki öykülerin tümüyle kısa öykü tarzına uygun olduğu;  birkaç sayfalık yazınsal dünyanın içinde; insan hallerinin, yaşam gerçeklerinin yanı sıra, yazarın yaşamından yansıyan kimi farklı ve ilginç karakterlerin yer aldığı görülüyor. Dile getirilen kesitlerde, öykü dilinin metnin dokusuna özenle sindirilmesi; diyalogların canlı olması, betimlemelerin etkili birkaç fırça darbesiyle resmedilmesi, anlatılanların bir kurgu ya da çerçeveye oturtulma gayreti, yazarın öykü sanatına verdiği önem ve değerin birer kanıtı olarak yükseliyor. Öykülerine merak, ilgi ve heyecan boyutunu eklemeyi ihmal etmeyen Tarancı, bazı öykülerinde ustaca finalleriyle okuru şaşırtıyor. Kitaptaki pek çok öykünün hayattan bir kesite spot ışığı tutan an/kesit öyküsü tarzında yazıldığı; sonucun çoğu zaman açık uçlu bırakılarak akan yaşamla birlikte öykü olayının okurun zihninde sürmesinin amaçlandığı da dikkati çekiyor.



Yazarın bazen şiirsel imge ve söyleyişlere de yer veren ilginç, akıcı ve kendine özgü bir öykü dili oluşturması, öykülerinin keyifle okunmasını sağlıyor. Tarancı’nın öyküleri, döneminden izler taşıyor; öykü odağına gözlem olgusunu alan yazar, yaşadığı döneme tanıklık eden gerçekçi tablolar yaratıyor gözlerimizin önünde. Pek çok öyküsünün hatıra karakteri taşıdığı görülüyor. Ancak yazar, yaşantılarını doğrudan değil daha dolayımlı biçimde, bazen bir öykü çerçevesi bazen üst kurmaca gibi tekniklerden yararlanarak dile getirmeyi, anlattıklarını bir kurgu çevresinde yoğunlaştırmayı ve bir öykü estetiği oluşturmayı ön planda tutuyor.



Öykülerinin çoğunda 1. kişi anlatımını yeğlemesi, anlatıcıyla yazar arasında özdeşlik yaratıyor. Bazı öykülerinde Tarancı doğrudan bir öykü kişisi/anlatıcı olarak metne dâhil oluyor. Anlatılanlarda pek çok insani sorunun, sosyal ve bireysel farklılıkların; ölüm gibi derin kırılmaların yer almasına rağmen, öykü anlatıcısının tutumu ve hayata çoğu kez olumlu yönde bakışı, öykülerde gizli gözyaşı ve acıları bir nebze olsun hafifletiyor. Yazar, öykü atmosferini oluştururken, bireysel dramların yanı sıra sosyal dramlara da dokunuyor.



Öykülerin önemli bir kısmında; ailesinden ayrı yaşayan, yalnız, mutsuz bir adamın gezindiği dikkatimi çekti. Pansiyon, otel, akraba evi gibi mekânlarda kalan, gündüz resmî bir dairede çalışan, akşam soluğu meyhanede alan, aşkı bulmak için çırpınan ama hep düş kırıklığına uğrayan yapayalnız bir adam. Memuriyeti zorunluluklar yüzündendir; o daracık dünyaya hiç sığamaz. Günlük yaşamda dağınık ve dikkatsizdir genç adam; başına türlü işler açar. Kolalı Yaka’da onun boğazını sıkıp dünyasını dar eden kolalı yaka; memuriyetin esaretini, dar geliri temsil eden simgesel bir anlam taşır.



Öykü kişilerinin hayatın içinden seçilmiş, gözlem ve yaşantılar sonrasında yazılmış, inandırıcı, canlı ve etkileyici kişiler olduğu; ayrıca kitaptaki birçok öykünün karakter/portre öyküsü niteliği taşıdığı görülüyor. Besleme bir kızın anlatıldığı Vicdan Abla’nın Kedileri; hep çocuk kalan, içindeki çocuğu mahalledeki çocukların sevgisiyle besleyen İhsan’ın dile getirildiği Küçüklerin Dostu; genç bir subayla emir eri Abbas’ın dostluğunun işlendiği Abbas; Paris’teki otelde taşralı hizmetçi kız Fernand’ın yer aldığı Otel Hizmetçisi; Abdi adlı yoksul, kimsesiz bir balıkçının dünyasını odağa alan İmkânsız Saadet gibi öykülerin bütünüyle karakter/portre öyküsü diyebileceğimiz bir düzen ve kurgu üzerine inşa edildiğini belirtebilirim.



Kitaptaki öykülerin bende en heyecan uyandıran yönü, yazarın bazı öykülerinde fantastik renkler içeren kurgular denemesi; düşlerle gerçekleri bir arada işlemesi oldu. Azrail’in Vicdan Azabı’nda öykü kişilerinden birinin ölüm meleği olması ve nasıl can aldığını kendi ağzından dile getirmesi, insanı ölüm hakkında derinden düşündürüyor. Tarancı,  bu kişiyi meczup diye nitelendirerek olayı mantıklı bir nedene oturtmaya dikkat ediyor. İnsanlara “profesyonelce teselli sunmayı” amaçlayan bir büro kuran çılgın bir adamın anlatıldığı Teselli Bürosu’nun yarı düşsel ögeleri de bence hayli ilginç. Pencerelerden Korkan Adam’da yıllar sonra gerçekleşen bir rüya anlatılıyor; bu öyküde gerçekle rüyanın yer değiştirme sahneleri çok etkileyici. Telefonda Bir Konuşma, bir rüyanın öykü olarak anlatılması biçiminde oluşturuluyor; yazar, kurgu içine bir rüya yerleştirip “kurgu içinde kurgu” diye nitelendirilebilen bir deneysellik gerçekleştiriyor. Rüyada Gezdiğim Ev’de rüyalarda yaşanan aşkların, naif, ipeksi duyguların dünyasına giriyoruz.



Cahit Sıtkı Tarancı’yı öykücü olarak tanımak, duygu dolu bir okuma serüvenine pencereler açıyor. O pencerelerde öykü sanatının “eksilmeyen günleri”, edebiyatın sonsuz anlam akışı içinde çoğalıyor.


Cahit Sıtkı Tarancı, Gün Eksilmesin Penceremden, öykü, Can Yayınları, 2012, 244 s.


Hülya Soyşekerci
hsoysekerci@gmail.com


(Taraf Kitap, Kasım 2012 sayısı)

"İzlenimci" Monet sergisinden izlenimler

$
0
0




Monet'nin bahçesinde yeşil, mavi, eflatun, pembe, beyaz ve kırmızılar arasında kayboldum; gerçekten, ışığın yarattığı renk oyunları muhteşem biçimde resmedilmişti. Tablolarda dış dünya ile insanın iç dünyası buluşuyordu adeta. Monet'nin çocuk tabloları da çok hoştu. Hepsinin gözleri ışıl ışıl parlıyordu; inanılmaz güzellikte bir masumiyeti yansıtan çocuk yüzleri ve bakışları etkileyiciydi. Çocuk resimlerinde Monet'nin detaylara epeyce dikkat etmiş olduğu dikkatimi çekti. 




Monet gerçekten çok uğraşıp emek vererek evinin hemen yakınında bir bahçe düzenlemiş ve o bahçedeki izlenimlerini ışık ve renk güzellikleri halinde resmetmiş.
Son dönem eserlerinde Modernizmin etkileri de görülüyor.


Sergi duvarındaki notlara göre Monet; "Küçük bir buket nilüferle inanılmaz bir göl hissi oluşturmayı başarır. Uzak doğu filozoflarını hatırlatan yaklaşımı vardır. Tek bir gerçekliğin olduğunu ifade edercesine zıtları; küçüğü ve büyüğü, bütünü ve ayrıntıyı, anlaşılabilir olanı ve olmayanı bir araya getirir... " 


Ressamın son dönemine yakın tabloları karmakarışık durumda. Gözlerinde katarakt ve ksantopsi (sarı nokta) oluştuğu için iyi göremiyor. Yeşil, sarı, kahverengi ağırlıklı resimler ve dağınık formlar söz konusu. Geçirdiği ameliyat sonrasında 1924'te görme yetisini yeniden kazandığında bu dönemdeki resimlerine kendi de çok şaşırmış.

Monet 75 yaşından sonra büyük boyutlu duvar tabloları yapmaya yöneliyor. Bu dönemde detayları ortadan kaldırdığı, renkler ve fırça darbeleriyle nilüferleri ve diğer çiçekleri izlenimsel olarak canlandırmış olduğu görülüyor.




Sergide fotoğraf çekilmesine izin verilmediği için fotoğraf paylaşımı yapamıyorum. Daha önce Dali sergisine de gelmiştim. Hem onda hem de Monet sergisinde şunları düşündüm: Hiçbir röprodüksiyon, aslını izlemekle eşdeğer bir estetik tat vermiyor. Resmin aslını izlediğinizde resmi yapan ressamı bütün canlılığıyla yanı başınızda hissediyorsunuz. Ressamın nerede boyayı daha fazla kullandığını, nerelerde vurgu yaptığını daha yakından görüyor, tablonun içinde yaşayan zamana yolculuk yapıyor ve ressamla düşsel dost oluyorsunuz... 





Hülya Soyşekerci 



/ 23.11.2012/  İstanbul, Sakıp Sabancı Köşkü Müzesi "Monet'nin Bahçesi" sergisi



“Az Roman”ın içinde yeni dünyalar

$
0
0




Orhan Duru, edebiyatımızda yenilik ve deneyselliğin öncüsü modernist 1950 kuşağı içinde yer alan; farklı, sıra dışı ve özgün metinleriyle unutulmazlığa erişen bir yazar. 2009’da yitirdiğimiz Orhan Duru, uzun yıllar gazetecilikle de uğraştı; edebi çalışmalarında özellikle öykü ve denemeleriyle dikkati çekti.


Orhan Duru’nun hastalığı sürecinde asistanı Burak Fidan ile birlikte oluşturduğu Az Roman, onun ilk ve son romanı oldu.  Adı sizi yanıltmasın, hiç de az buz bir roman değil Az Roman. Okurdan derin bir kavrayış, çaba ve yorum gücü isteyen, güncel gerçekliği roman gerçekliği içinde yeniden üreten Az Roman’ın anlam katmanları arasında kaybolmadan yürümek, sıkı bir okur olmayı da gerektiriyor aynı zamanda. Güncellik yoğun bir kara mizah sarmalı içinde sunulurken, okur, anlatıcı-yazarın bilinci içinden geçerek, düşlerin, sanrıların, hayallerin içinde “yürek yordamı”yla ilerliyor.


Az Roman’ın yapısal olarak en önemli özelliği;  hayatla kurmacayı bir araya getirmesi, gerçeklerle düşleri buluşturması ve metnin bitim noktasında sonlanmayıp hayata dokunarak adım adım ilerlemeye devam etmesi bence.  İlk sayfalarda yer alan Hazırlayanın Notu’nda, romanın yazılma sürecini dile getiriyor Burak Fidan.  Bu sürecin öyküsü, romanın içindeki dünya kadar etkiliyor insanı. Ölümün yok sayılarak, sonsuzluğun ya da sonsuz boşluğun beklendiği bir bekleme odası içinde, anlatıcı-yazar, içinden geçenleri, yaşadıklarını, düşlerini ve sanrılarını genç asistanına anlatırken;  o da sürekli notlar alıyor.  Metin ilerledikçe asistan Burak Fidan ve yazarın çevresindeki kişiler de metne birer roman kahramanı olarak giriyorlar. Yazılma sürecinin metne dâhil edilmesi, esere büyülü bir atmosfer kazandırıyor. Burak Fidan, ara sıra, yaratıcı fikirlerini yazar Orhan Duru’yla paylaşıyor; birbirlerine ışık sunan iki insan, birlikte bir roman metninin hem oluşum sürecine, hem de metnin kendisine imza atıyorlar. Etkileşimli bir yaratım ve oluşum sürecini izliyoruz; az rastlanan bir deneyselliğe tanık oluyoruz kendi okuma sürecimizde. Yazarın gerçekleştirdiği bu sıra dışı edebiyat deneyinde, edebiyatla hayatın buluşmasının, genç Burak Fidan’la ileriye, geleceğe doğru taşınmasının farkına varıyoruz. Asistanın soyadının rastlantıyla da olsa “Fidan” olması, bu farkındalık ve anlamı biraz daha derinleştiriyor sanki.


Orhan Duru da, Az Roman Macerası adlı bir giriş metninde Az Roman’ın yazılma sürecini anlatıyor; romanın yapısından söz ederek “bir temel örgü ve onun çevresinde örülmüş küçük parçalar var” diyor. Roman, çağrışımlarla ilerliyor;  kesintisiz, sürekli akış halinde, ara vermeden, duraksamadan, daldan dala, konudan konuya, mekândan mekâna ve zamandan zamana atlayan küçük anlatı parçalarıyla sürüp giden, bazen bütünlenen bazen dağılan bir metnin içinde yol alıyoruz. Anlatıcı-yazarın bilinci ve bilinçakışı içinde, yaşanmışlıklar, düşler, hayaller ve sanrılarla örülen bir “anlatı ormanı”nda yürüyoruz. Az Roman, az sayfalı ama uzun soluklu bir anlatı; bölüm araları yok, kesintisiz ilerleyen roman metninin yer aldığı sayfaları çevirirken, yazarın ömründe kalan az zamanı, yakınlaşan ölümü ve o tarifsiz boşluğu hissederek ürperiyoruz.


Romanın odağında boşluk/ölüm düşüncesi yer alıyor. Bu odağın çevresinde dönüyor bütün olaylar ve düşler. Bir kaos(boşluk) anlatısı çoğalıyor Az Roman’da. Kaos,  aynı zamanda yeni evrenlere açılan uzamsal bir boşluk olduğuna göre, yazarın derinden duyumsadığı o varoluşsal boşluk ve karmaşadan, sanata ve sanatçılara özgü ölümsüzlük doğabilir, ölümün içinden ölümsüzlük çıkabilir diye düşünüyor insan. Orhan Duru öykülerinin dokusundaki varoluş sorunsalı Az Roman’da en somut ve yaşamsal biçimiyle karşımıza çıkıyor.


Az Roman’da güncel gerçeklerin dönüştürülmesiyle farklı bir roman gerçekliği yaratılmış ve bu gerçeklik, kara mizahın içinde şekillendirilmiş. Fantastik ve bilim kurgusal unsurlarla zenginleşen sıra dışı ve ‘genç’ bir metni okumak insana ayrı bir heyecan veriyor. Kendisini birdenbire bulduğu “Kıyak Otel” odasında birtakım hayaletler gören anlatıcı- yazar, hayalet-pilotlar, uzay gemileri gibi farklı gerçekliklere de açıyor bilincini. Öykü Yazmanın Sırları adlı kitabında “Bir öyküde akıl almaz olaylar olabilir. Yeter ki bu olaylar kendi içinde inandırıcı ve sürükleyici bir biçim alabilmiş ve ona göre anlatılabilmiş olsun” der Orhan Duru. Yaşanan gerçekleri bilim kurgu ve fantezi yolu ile farklı bir kurgusal gerçekliğe dönüştüren yazar, güncelin ağırlığını da mizah tadıyla daha katlanılabilir kılıyor.


Hayalet konusunu Operadaki Hayalet adlı kitabında ilginç bir tarzda işleyen Orhan Duru, Az Roman’da, yeri geldikçe bu eserindeki Hayalet Oğuz’a atıfta bulunuyor. Az Roman’da birçok anlam katmanı yer alıyor; okura, farklı okumalarla farklı anlamlara ulaşılabileceği bir metin sunuluyor böylece.


Okurlar ve yazarlar da Az Roman’da anlatılan veya hitap edilen kişiler arasında yer alıyorlar.  Az Roman’ı eşi Sezer Duru’ya ithaf eden Orhan Duru, düşsel varlıkların yanı sıra Komet’ten İlber Ortaylı’ya kadar birçok gerçek kişiyi de metnine dâhil ediyor. Kendi tedavi sürecini de mizahi tonda anlatan yazar, mesela tıbbi MR çekimini uzay gemisine binmeye benzetiyor. Karmaşık bir zihnin anlatımları, sanrılar, hezeyanlar, korkular, kuşkular ve paranoya halleri de metne eklemleniyor ayrıca. Düşler, gerçekler yan yana, birlikte aktarılarak metnin kendi iç gerçekliği yaratılıyor.


Okurken, anlatıcı-yazarın zihnindeki karmaşaya uyumlanarak farklı mekân ve zamanlara açılıyor, yaşanmışlıklara tanık oluyor, anlatıcının bilgi aktarma süreçlerini ilgiyle, keyifle izliyoruz. Doğal taşlardan kedilere, uzay maceralarından hayaletlere kadar pek çok detaylı bilgiyle donandığımızı da fark ediveriyoruz.


Orhan Duru, dili farklılıklara ve yepyeni söylemlere açan yazarlardan.  Sözcükleri mizah tadı yaratacak şekilde deformasyona uğratması, deyimleri değiştirmesi, anlam oyunlarına başvurması, Az Roman’ın da öyküleri gibi ilgiyle okunmasını sağlıyor.


Az Roman, bir yazarın ölümünden sonra gün ışığına kavuşan eserleri arasında yazınsal niteliği, farklılığı ve deneyselliği ile ön plana çıkıyor ve özgün bir çalışma olarak ilgi uyandırıyor. Hayatla kurmacayı, düşle gerçeği, ölümle yaşamı bir araya getiren; onları kara mizahla yeniden şekillendirip yazınsal estetik içinde değerlendiren Az Roman, öncü, yenilikçi sanat ve edebiyatı sevenler için uygun bir seçim.



14.12.2012 tarihli Taraf Kitap'ta yayımlandı. 

Hülya Soyşekerci



(Orhan Duru, Az Roman, Raskol’un Baltası Yayınları, 176 s.)


ÖZGÜR DÜŞÜNCENİN ÜLKESİ “DENEME”

$
0
0



Geçenlerde, bir edebiyatçı dostla sohbetimiz esnasında deneme türünden ne çok keyif aldığımızdan, okuduğumuz denemenin yazarıyla pek çok duygu ve düşünce ortaklığı yaşadığımızdan söz ettik. Sonrasında denemeye dair düşüncelerim, zihnime dolan çağrışımlar ve yeni anlamlarla genişlemeye başladı. 

Gerçekten, iyi bir deneme yazarı, "kendi  benliğinden yola çıkan ve tüm insanlığa seslenen insan" olarak yer alır edebiyat sanatının ölümsüzlüğünde. Deneme türünün ilk ve en nitelikli örneklerini veren yazarlardan Montaigne (1533-1592) ne güzel söylemiştir; “Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” diye.  Montaigne’in denemelerini okurken “özgür ben’in ülkesine” yolculuğa çıkar,  dogmalardan, klişelerden kurtulmuş aklın düşünce yolculuğunda ona yoldaş oluruz.


Yıllar önce Üsküdar Kız Lisesi kütüphanesinin raflarında keşfettiğim, merak ve ilgiyle okuyup arkadaşlarımla değerlendirdiğim Montaigne’in Denemeler’ini, ufuk açıcı yönüyle anımsıyorum öncelikle. Yıllar içinde, dönüp yeniden okuduğum başlıca kitaplar arasında yer alıyor bu ölümsüz eser.  Emerson, Montaigne’in bu kitabıyla ilgili çocukluk anısını şöyle dile getiriyor: “Çocukken babamın kitaplığından bana Denemelerçevirisinin perişan bir cildi kalmıştı. Yıllar sonra, kolejden çıkışımda bir cildi okudum ve ötekilerini arayıp buldum. Bu kitapla ne büyük haz ve hayranlık saatleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu kitabı, yaşadığım başka bir hayatta yazmışım gibi geliyor; o kadar candan bana, benim düşüncemi, benim hayat deneyimimi söylüyordu.” Bazı kitaplar büyüme yolculuğunda çocuğa ya da gence arkadaşlık eder; onun zihninde düşünsel- düşsel nitelikte aydınlık pencereler açar. O kitapların ışığında büyür bir çocuk. Okumaktan keyif almayı öğrenir; okumak, giderek alışkanlığa ve ihtiyaca dönüşür. Montaigne’in Denemeler’i çoğumuzda bu büyüme etkisini yaratan, çevremize farklı perspektiflerden bakmayı öğreten yaşam kitaplarındandır…





Montaigne kendi dünyasını cesur ve özgür biçimde deneme sayfalarında dile getirirken, içtenlikten ve kendine karşı dürüst olma ilkesinden ayrılmaz. Kendisini, düşüncelerini ve toplumu sorgulamasındaki asıl amacı; yaşam boyu insana dayatılan dogmaların, kalıplaşmış düşüncelerin, özgür ve yaratıcı aklın ışığında yeniden gözden geçirilmesini sağlamak ve insan düşüncesine sonsuz bir özgürlük alanı kazandırmaktır.


Denemeler'de gördüğüm her şeyi Montaigne'de değil kendimde buluyorum.” diyen Paskal, Montaigne’in kendi iç dünyasını açarak başka insanların dünyasına da ulaşabildiğini ifade ediyor. Beranger’in “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.” cümlesi de, mizahi biçimde, okurun Montaigne ile arasındaki duygu ve düşünce ortaklığını vurguluyor. Montesquieu, “Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de ise düşünen adamı.” sözleriyle, denemelerin dokusunda yer alan düşünselliğe; yaratıcı ve özgür düşünceye işaret ediyor. “İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi kaldırmalıyız.” diyor Montaigne; böylece toplumsal roller içinde kişinin yüzüne geçirmek durumunda kaldığı maskeleri gösteriyor. Maskenin altındaki gerçek benliğimizi; gölgenin derinliğinde gizlenen persona’mızı görmeye davet ediyor bizleri.  Üstelik bu davetini, psikoloji biliminin sözünün bile edilmediği 16. yüzyılda gerçekleştiriyor. André Gide, Montaigne için şöyle söylüyor: “O, maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske, insanın kendinden çok ülkesine ve devrine ait olduğu için de insanlar maske yüzünden birbirinden ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda hemen kendi benzerimizi buluyoruz.”


“Deneme ben’in ülkesidir, ben demekten çekinen, her görgüsüne, her görevine ister istemez benliğinden bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin.” diyor Nurullah Ataç. Deneme yazarının içtenliği, kendisinin güçlü ve zayıf yönleriyle yüzleşmesi, bu yüzleşmeyi gerçekleştirirken okurdan ve başkalarından çekinmeden hareket etmesi, “ben’in ülkesi”nde yaşamanın öncelikli kuralları arasında yer alıyor.


Kendi benliğinin yanı sıra, herhangi bir olay, olgu, durum ya da nesne karşısındaki duygu ve düşüncelerinin anlatımında da özgürce hareket eder deneme yazarı. Akıl, ağır zincirlerden kurtulur; kalıpların ötesine geçer; klişeleri ve dayatmaları sorgulayarak düşüncenin (ve dolayısıyla toplumun) daha ileriye doğru akmasını sağlar. Deneme yazarı, yaşamdan beslenen ve yaşamla bütünleşen felsefenin içinde yol alır. Yaşamın ileriye doğru diyalektik sıçramalarla akışına dikkat ederek, yüreğini ve aklını bu sonsuz akışın sesine yoğunlaştırır. Şöyle der Montaigne: “Hikâyemi saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız hâlim değil, amacım da değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar, kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı bakımlara göre mi ele alıyorum?”  Görüldüğü üzere sık sık soru sorar Montaigne; bu soruların çoğunu kendine yöneltir, bazen topluma, çevresindekilere de sorar sorularını. Soru işaretleri ne kadar çoğalırsa, insan aklı, özgürleşme yolunda o kadar ilerleyecektir ona göre.

Deneme yazarının ufuk açıcı ve okuru zihnen çoğaltıcı olabilmesi için, donanımlı ve birikimli olması; edebiyattan sanatın bütün dallarına, bilimsel gelişmelerden güncel olaylara kadar geniş bir yelpaze içinde düşünce üretebilmesi;  engin bir kültüre ve yaratıcılığa sahip olması gerekir. Denemede yorumlar özneldir; ileri sürülen düşüncelerin birtakım kanıtlarla ispatlanması gerekmeyebilir; bu durum, zaten deneme türünün doğasında var olan gerçektir. Denemede önemli olan, düşünce akışında içtenlik, düşüncelerin dile getirilmesinde ustalık ve yaratıcılıktır. Denemede “düzenli bir gelişigüzellik” olması önemlidir. Düşünce akışı ve fikir örgüsü okurun ilgisini çekecek biçimde düzenlenmelidir; öyle ki bu gelişigüzellik, düşünsel dağınıklığa ve zihin karışıklığına yol açmadan gerçekleşmelidir.

Deneme yazarı; olay, olgu, durum ve eşyalarda pek çoğumuzun göremediği, farkına varamadığı ayrıntıları; görmeden geçtiğimiz incelikleri ve güzellikleri fark eden, “durup ince şeyleri görmeye, göstermeye vakit bulabilen” kişidir. Bize sıradan ya da olağan görünen şeylerin altındaki gizemi ve olağanüstülük boyutunu sergiler deneme yazarı. Derin bir bakış, seziş ve kavrayış gücü, deneme yazarının kültürüne ve özgür yorumlamalarına eşlik eder. 
Sakin, yavaş, içten içe huzurlu bir sohbetin içinde ilerler deneme yazısı; yazar kendisiyle konuşur gibidir. Okudukça yeni düşünce ve düşler açılır önümüzde. Konu serbesttir ama felsefi ya da sanatsal konular deneme türü içinde işlenmeye daha elverişlidir. Güncel olaylar da deneme türünde anlatılabilir; ancak olayların perde arkası, arka planı ve onun içindeki derinliğin gösterilmesi; yani yazarın sunduğu perspektif önemlidir. Kitaplar, yazarlar ve edebiyat eserleri hakkındaki yazılar da deneme üslubu içinde anlatılabilir. Bu yazıları “eleştirel denemeler” olarak nitelendirmek mümkündür. Bu tarz denemeler, akademik eleştiri metinlerinden daha farklı olarak, eleştirmene/yazara geniş ve özgür bir yorumlama alanı bırakır.


Denemeler açık, duru, özgün ve sürükleyici bir anlatış özelliğine sahip olursa ilgiyle ve keyifle okunur; okuyanın zihninde çoğalarak yepyeni anlam ve yorumlarla, insanlığa ufuk açar. Anlaşılmaz, girift ve dolambaçlı ifadeler, denemenin özündeki anlamın yitirilmesine neden olabilir, dolayısıyla okuyana yeni ufuklar açamadan boşluğa düşüp kaybolur.


Son yıllarda, kurmaca metinlerin, özellikle roman türünün -çoğu zaman ticari kaygılarla- öne çıkarılmasının, deneme türünü arka plana sürüklediği görülüyor. Denemenin olmadığı ya da zayıf kaldığı bir edebiyat ortamında özgür düşünce ve sanatın gelişebilmesinden, felsefenin derinliğine ulaşılmasından söz etmek zordur. Sorgulayan özgür aklı geliştiren, düşünsel yaratıcılığı harekete geçiren deneme türüne gereken önemin verilmemesi; ne yazık ki eleştirel düşünceyi zayıflatmakta, dayatmacılığı körüklemekte, klişe ve şablonlara dayanan, kalıpları aşamayan, sığ ve düzeysiz bir sanatsal yapılanmayı öne çıkarmaktadır.


Deneme; yargılamadan ve dayatmadan yazarın kendi özgür yorumlarını sunar okuyana. Yargılayıcı ve dayatmacı zihniyet, toplumda demokrasi süreçlerini sekteye uğratan tutum ve davranışlara da zemin hazırlar. Demokrasinin tam anlamıyla yaşanabilmesi için özgür düşünceye, sorgulamaya ve farklı yorumlara ihtiyaç duyulur;  bu bağlamda düşünsel özgürlüğün temel kaynaklarındandır denemeler. Bireysel ve toplumsal ilerlemeyi sağlamak, piyasanın dayattığı sığlığa teslim olmamak için deneme türüne yeniden ağırlık kazandırmanın önemine inanıyor; özgür ve nitelikli kalemleri deneme yazmaya çağırıyorum.


HÜLYA SOYŞEKERCİ

hsoysekerci@gmail.com


(Afrodisyas Sanat dergisi, 2011)

DENİZ VE GİZ

$
0
0



ışıklı gölgeli anlar zaman aynasında sonsuzluğa akan yaşam yansımalarına iz düşürüyor.
izler yüreğimi çiziyor, kanıyor avucumda yazgı çizgisi.
evren derin bir acıyla yarmış gerçeğin özünü.
damla damla gözyaşım, göz pınarlarım, denizler,  tuzlu damlalar, kristal dizeler…
özyaşım, özümdeki yaşam. içimde ıssız adalar…
 dalgalarda yitiyor, sessizce yıkılıp gidiyor kumdan kaleler.
kızıl bir karanfilin gölgesi iniyor, gözyaşı damlıyor suya.
sırlı sedefinin açılmasını düşleyen bir inci en sessiz ezgilerle en gizli acıların yürek vuruşlarına eşlik ediyor.
o anda giz çözülüyor, yaşam dizeleri ve inci dizileri dağılıyor.
dalgalarla ilerleyen zaman usulca yeni bir inci bırakıyor,
yorgun düşlerimizden doğan içinde fırtına seslerini çoğaltan ağzı kapalı deniz kabuklarının sedeften evrenine.
yaşamın gün seli kumsaldan çekilirken,
toplanmayı bekleyen parıltılı sevinçler bırakıyor ardında, gizemli denizyıldızlarına.
yeniden yarını kurmaları için sabahın umutlarına…
                                                                                                            2002
                                                                                    

         
                                                                                   



"Fareler ve İnsanlar" ve sansürlenen edebiyat eğitimimiz...

$
0
0




Yıllar önce klasik yapıtların okunma sürecini eğitim açısından incelediğim bir yazımı şu sözlerle bitirmiştim:  "Unutmamak gerekir ki eğitim; insana, insanı tanıma ve insan olma bilincini kazandıran evrensel bir süreçtir. Bu süreçte klasik yapıtlar yaşam boyu kişinin yanında yer alabilecek en değerli arkadaşlardır." 


Çocukluk ve ilk gençlik çağlarında, okul yıllarından başlayan güzel, anlamlı bir arkadaşlık, değerli yoldaşlıktır bu.  Okumayı sevmemizi, insanı ve yaşamı tanımayı klasik yapıtların içeriğindeki evrensel gerçeklerden ve insani değerlerden süzerek aldıklarımıza borçluyuz biraz da. Ünlü bir romancımızın dediği gibi“insan okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamı” değil midir aslında? 


O nedenle, hem daha eski yüzyıllarda yazılmış olanların hem de “çağdaş klasik” niteliği taşıyan edebiyat yapıtlarının çocuk ve gençlere okul yıllarında okutulmasının büyük bir önem taşıdığı kanısındayım.


Son günlerde klasik değerdeki birçok romanın okullarda okutulmasının “ahlak açısından” sakıncalı bulunmasını hayret ve üzüntüyle karşılıyorum. Hayata ve insana dar açıdan, at gözlüğüyle bakan sözde eğitimcilerin bu yargılarını son derece yanlış ve vahim bir durum olarak değerlendiriyorum. 


Birkaç gün önce John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ının eğitimciler tarafından rapor tutularak sakıncalı bulunması karşısında adeta nutkum tutuldu. Aslında  Fareler ve İnsanlar'ın yasaklanma önerisi tam bir akıl tutulmasıydı... 


Bu yasakçı, hizaya getirici, yargılayıcı, tutum ve zihniyetin eğitime büyük zarar verdiğini ve bu zihniyetle her zaman için mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum. 


Bence asıl özgürlük, zihindeki zincirleri kırmakla; düşünsel kalıpları, şablonları, dogmaları ve koşullanmaları aşmakla gerçekleşir. Akla özgürlük tanımayanlar, hayatı büyük bir hapishaneye çevirirler...

                                                                                            07.01.2013
  
                                                                                      Hülya Soyşekerci

SYLVIA PLATH ve NİLGÜN MARMARA’NIN RUH ORTAKLIĞI

$
0
0





Dünya edebiyatının en önemli kadın şairlerinden Sylvia Plath’ın yaşamı ve sanatı, ‘intihar’ olgusunu yaşamının eksenine alan pek çok şairin yaşamı gibi daha önceden de ilgimi çekmişti. Geçenlerde bir kütüphanede, yirmi dokuz yaşındayken yaşamına son veren Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’den Ocak 1985’teki mezuniyet tezinin kitaplaşmış haliyle karşılaşınca inanılmaz bir heyecan duydum. Tezin konu başlığı: “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” idi. 


Sylvia Plath’ın yaşamı ve sanatına yeniden odaklandığım birkaç günden beri, bana tam anlamıyla bir kılavuz kitap oldu bu çalışma. Son derece zeki, sorgulayıcı, eleştirel bir bakış açısıyla yaşamı anlamlandırmaya çalışan, ölüm gerçeğinin bütün ürperticiliğini içimizde derin kırılmalarla duyumsatan iki kadın şair… Kitaptaki yorumlardan çıkarsadığıma göre, Nilgün Marmara henüz gencecik bir öğrenciyken, bir yandan Sylvia Plath’ın dünyasını irdeliyor bir yandan da kendi içsel çözümlemelerine yöneliyordu. Her iki şairin iç uzamlarında, dizelerden ve yaşamdan süzülüp gelen büyülü bir ruh yoldaşlığını fark ediverdim kitabı bitirdiğimde. Nilgün Marmara’ya göre Plath’ın intiharındaki gizem şuydu: “Kendini yok ederek varlığını ortaya koymak; kendi var oluşunu kanıtlamak.”




Sylvia Plath’ın yaşamıyla ilgili en çarpıcı bilgilere ve anekdotlara yine Nilgün Marmara sayesinde ulaştım. Plath’ın yaşamının önemli bir dönemi yakından gözlemleyen, Plath ve eşi Ted Hughes’in yakın dostlarından editör, eleştirmen ve şair A. Alvarez’in İntihar: Kan Dökücü Tanrı adlı kitabı Marmara’nın kaynakçasında başta gelen yapıtlardan. Ayrıca Sylvia Plath’ın ölümünden sonra eşinin yayına hazırladığı günceler de şairi birinci elden tanımak açısından büyük önem taşıyor. A. Alvarez, kitabın girişinde şairin ölmek’le ilgili dizelerine yer veriyor: 

“Ölmek/ Bir sanattır her şey gibi./Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.  Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor. / Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor. /Bu konuda iddialıyım sanırım.”
  


Bu dizelerde şairin ölüm tutkusu derinden duyumsanıyor ve ölümü bir sanatla eş tutmasındaki patoloji çok yakından seziliyor. Alvarez, kitabında Bakunin’den de bir söz aktarıyor: “Yıkma tutkusu aynı zamanda bir yaratma tutkusudur.” Yeni yaratımlara ulaşabilmek, her türlü form ve biçemin reddedilerek aşılması, hatta yıkılmasıyla mümkün görünüyor bu görüşe göre.

 


Sylvia Plath, 1932’de Boston’da dünyaya geldi. O, gerçekten mucize çocuklardan biriydi; ilk şiiri sekiz yaşındayken yayımlanmıştı. Wellesley Lisesinde ve Smith Kolejinde pek çok ödüller alan, son derece parlak bir öğrenciydi. Babası, Boston Üniversitesinde; biyoloji profesörüydü ve özellikle kuş, böcek, balık, yabanarıları konusunda uluslararası bir otoriteydi. Ne yazık ki Sylvia henüz on yaşındayken babasının ölümüyle sarsıldı. Annesi, iki çocuğunu tek başına yetiştirebilmek için didinip duran, fedakâr bir öğretmendi. Sylvia’nın yaşamı boyunca annesine yazdığı üç yüze yakın mektup, annesiyle diyalogunda sevginin payını kanıtlamaktadır. Hem annesi hem de babası Alman kökenliydi ve Almanca biliyorlardı. İkisi de akademik çevreden gelen aydın insanlar olarak Sylvia’nın dünyasında önemli yer tutuyorlardı. Sylvia için bütün yollar akademisyenliğe doğru gidiyordu. Şiir yarışmalarında en iyi dereceleri alan Sylvia Plath, edebiyattaki başarısını Cambridge Üniversitesinde okumak üzere burs kazanmasıyla perçinledi. Burada İngiliz Edebiyatı üzerine yüksek lisans yaptı. 1953’te “Mademoiselle” dergisinin şiir yarışmasında birincilik ödülünü aldı. 




Dışarıdan bakılınca tipik bir başarı öyküsüydü: Hiçbir şeyin ona yetişmeyeceği bir hızla ve amansızca ilerleyen muhteşem bir sürücü. Ve bu, bir ömür boyu sürebilirdi, ivmeyi durduracak hiçbir şey yoktu ve ona tüm bu yengileri getiren araç, hız ve basınca son derece dayanıklıydı. Ama Sylvia, ilerlediği bu yolda zaten iki büyük sarsıntı geçirmişti. Kolejin son yılında ve“Mademoiselle”’e gidip geldiği sıralar, ruhsal bir bunalım geçirmiş ve ciddi bir intihar girişimi olmuştu. Sonradan bu olay, Sırça Fanus romanının ana izleği olacaktı. Bu olaydan sonra kendisini biraz toparladığında akademik başarı ve ödüllerin kendisi için fazla bir anlam taşımadığını anlayacaktı. Böylece üniversite hayatını bir kenara itmiş oldu… 




İngiltere’de yaşamını sürdürürken, 1956’da kendisi gibi yetenekli bir şair olan Ted Hughes’la evlenen Sylvia Plath, 1957’de gittikleri Amerika’da Boston’da Robert Lowell’in verdiği şiir yazımı seminerine katıldığında, bu şairin yazım anlayışından da etkilenerek, daha az kontrollü bir tarzda, biçimde bireysel ve kişisel yaşantılarını özgürce yansıtmaya özel bir önem vermeye başladı. Kısa bir süre sonra akademik yaşamını tamamen bitirdi; şansına ve yeteneğine güvenip bir şair olarak hayatını kazanmaya karar verdi. 




A. Alvarez’in yazdığına göre: “Ted ve Sylvia, Regent Hayvanat Bahçesine fazla uzak olmayan küçük bir evde yaşıyorlardı. Pencereleri ıssız bir meydana bakıyordu: Bakımsızlıktan vahşi bir görünüm alan bahçeyi çepeçevre saran, boyası dökülmüş evler vardı… Onların oturduğu meydana el atılmamıştı. Kirli, bakımsız ve çocuklar yüzünden karmakarışıktı… Dar bir ara ve bir bisikletten sonraki kirli merdivenlerin bir kat üstü Hughes’ların eviydi. Öyle ufaktı ki her şey üst üste yığılmış gibiydi. Salona zor girebilirdiniz, öylesine dar ve sıkışıktı ki, mantonuzu zorlukla çıkarabilirdiniz. Mutfak tek kişi için yapılmıştı sanki; uzunluğu ancak kollarınızı açacak kadardı. Oturma odasında resimler ve kitaplardan iki duvar arasında büzülerek otururdunuz… Fakat renkler coşkulu, eşyalar sevimliydi ve her tarafa onların soluğu sinmişti. Daktilo, pencereye yakın küçük bir masanın üstünde duruyordu, biri bebekle uğraşırken, diğeri şiire taşınıyordu. Odayı bebeğin beşiğine bırakmak için geceleri daktiloyu oradan alıyorlardı… Bu, Ted’in zamanıydı; küçümsenmeyecek bir şöhretin eşiğindeydi. İlk kitabı büyük başarı kazanmış, Birleşik Devletler’de tüm ödülleri almıştı… İngiliz şiirinin tekdüzeliğinde güçlü ve inkâr edilemez bir soluk doğmuştu… O günlerde Sylvia ortadan silinmişti sanki; şiir genç anne ve ev kadını için mola veriyordu. Uzun ince bir vücudu, pek güzel olmayan ama tetikte bekleyen, duygulu, uzunca bir yüzü, kıvrak dudakları ve güzel kahverengi gözleri vardı. Kestane rengi saçları tepesinde toplanmıştı. Üstüne bir kot ve basit tişörtler giyen kıpır kıpır bir Amerikalıydı. Yemek reklamındaki genç kadın gibi becerikli, kusursuz, pırıl pırıl, dost canlısı ve henüz oldukça mesafeli.” (s.15-16)




Evliliğinin ‘sırça fanus’u içinde yaşayan Sylvia Plath bir yandan şiirlerini yayımlamaya ve kitaplaştırmaya gayret eder. A.Alvarez’in anlattığına göre, Amerika’dayken “Observer”,  incelemesi için Sylvia’nın ilk şiir kitabını gönderir ona. Eleştirmen, bu kitaptaki şiirlerin, Sylvia’nın kendisinde bıraktığı izlenimlere uygun olduğundan söz eder; ciddi, yetenekli, temkinli ve hâlâ kocasının etkisi altında olan şiirler. Sylvia’nın kendi üslubunu aradığını, ama yöntemsel yaratıcılığının mükemmel olduğunu belirten A. Alvarez, bunu izleyen ikinci kitabı Colossus’un şair olarak Sylvia’nın kişiliğini tam anlamıyla sergileyen bir kitap olduğunu dile getirir. Kitap için, “Bir avuç dolusu güzel şiirden oluşur ama en önemlisi, Sylvia’nın dili işlerken eriştiği yoğunluk ve kusursuzluk, ortaya koyduğu mükemmel yaratıcılıktır,” der. 




Daha sonra bir oğlu olur Sylvia’nın. Ancak aradığı dinginliği evliliğinde bulamaz; çünkü ne kadar uyumlu bir çift gibi görünseler de evlilikleri bir noktada yarılmaya uğramış, araya derin ve aşılmaz bir uçurum girmiştir. Ted, Sylvia’yı terk eder bir gün; ayrı ayrı evlerde oturmaya başlarlar. Bir zamanlar babası gibi putlaştırdığı, onun beğenisi ve önerileriyle kendi şiirini geliştirdiği, dizelerini paylaştığı Ted Hughes yoktur yaşamında artık. A. Alvarez, bu ayrılığı çok etkili bir biçimde yorumlar: Sorunlar farklılıklarda değil, katlanılmaz benzerliklerdedir. Gerçekten, özgün, tutkulu, bütün bütüne şiirle dolu ve üretken iki şair, evlilikle bir araya gelince, birinin yazdığı şiir, ötekinde onun kendi kafatasından kazınıp çıkarıldığı izlenimini uyandırıyordu büyük olasılıkla. 




Sylvia Plath’taki intihar saplantısı yaşamı boyunca yakasını bırakmaz. İlk girişiminden on yıl sonra, araba kazası süsü verdiği bir intihar girişimi daha vardır. Sylvia soğukkanlılıkla arabasını yoldan çıkardığını ve o an içtenlikle ölümü istediğini anlatır aile dostu Alvarez’e. Her on yılda bir uğradığı ve alay ettiği bir kıyıdır ölüm: “Bak gene yaptım işte/ Her on yılda bir/Nasılsa buluyorum yolunu/ Yalnızca otuzundayım/Ve kedi gibi dokuz canlı,”  İntihar oyununun üçüncü perdesi ne yazık ki ölüme kavuşturacaktır şairi; o hem alaysadığı hem de tutkuyla istediği ölüme. Babasının erkenden ölümü; dünyayı ve onu bırakıp gitmesi Sylvia Plath’ta öylesine derin bir ruhsal travma yaratmıştır ki, şair için ölüm, her on yılda ödenmesi gereken bir borç gibidir. 




Bu büyüsel bir yoldu adeta; biricik babaya kavuşma düşüyle ilişkili tutkulu bir etkinlikti, hem sevgi içeriyordu hem de karanlık bir nefret ve öfke vardı bu girişimin derin labirentlerinde. İçsel korkuları da “üstünde durmaya çalıştığı vahşi kısrak veya uçuruma sürmek istediği araba gibi elle tutulur ve somuttu.” Otuz yaşında da tıpkı on yıl öncesindeki gibi korunmasız, terk edilmiş, yaralanmış ve öfkelidir. İçindeki acı ve öfke şiirler halinde taşar ruhundan. Şiirlerinde hiç bırakmadığı bir yöntem de, onları her zaman yüksek sesle okumasıydı. Bu yolla şiirin ses örüntüsünde kusursuzluğa, melodi ve ritme ulaşmaya çalışıyordu. Nasıl ki çocuklar sevgisine muhtaçsa, şiir de sesine muhtaçtı ona göre.   




Bu zorlu döneminde Plath, giderek yıkıcı öğelere daha çok yer vermeye ve şiirini bu şiddetten beslemeye başladı; yıkma tutkusunun yaratma tutkusuyla özdeş olduğunu seziyordu sanki: “Kan kesilen jettir şiir,/Durdurmanın yolu yok./Verdin elime iki çocuk, iki gül” Gerçekten de dur durak bilmeyen bir şiir tutkusu ve şiddetli bir öfkeyle yazıyor; günlük yaşamın bütün öğelerini, yaşantısal şiddetten beslenen her türlü ayrıntıyı şiirine taşıyor, bir büyücü gibi ölümü kutsuyordu: “Uydurmuyorum./ Koru çiçek yapar,/ Şebnem yıldız,/ Ölü çan, / Ölü çan.  Birileri için çalınan.” “Baba” adı şiirine yazdığı önsözde hayal ürünü bir alegoriden bahseder. Şiirin anlatıcısının Nazi bir babayla Yahudi bir annenin kavgasını dile getirdiğinden söz eder. Ama belki de şeytanın egemenliğindeki bir kadın gibi ölü babasının kendi içinde yaşattığı hayalidir bu. Şeytanın hükmettiği bu kadına vampir adını veren şairin, bu hayalden kurtulması ancak ve ancak lambadaki dev gibi onu salıvermesiyle mümkün olacaktır. Bu salıverme işlemi şiirleri aracılığıyla gerçekleşir. Şiirleri, ölümü Sylvia’da cisimleştirirken, bir yandan da diyalektik bir bakışla, bunu yoğun bir yaşamsallık ve yaratıcılık biçiminde ortaya koyar. Ölümü yazdıkça yaşaması için gerekli olan her şeye kavuşur gibidir şair. Bu anlamda, Sylvia Plath, felaketi sanata dönüştürmedeki olağanüstü yetenek ve cesareti ile az bulunur bir şairdir 




Bir yazarı doğrudan tanımak için- varsa- günlüklerini okumak bence çok önemli. Çünkü günlükler, yazarın kendi içselliğini hiçbir baskı ve sansür uygulamadan, doğrudan ortaya koyabildiği, iç dünyasını olabildiğince sergileyebildiği yazılardır. Günlükler, başkalarının okuyacağı dikkate alınmadan yazılır çoğu kez. Yazar bilinçaltı derinliklerinden süzülüp gelen bir oto-sansür de uygulamamışsa günlükler tam anlamıyla yazarın aynası olan yapıtlardır. Oto-sansür de sonuçta yazarı ele verir bir anlamda. Bu bağlamda Sylvia Plath’ın Günlükleri önemli. 3 Kasım 1952 tarihli günlüğünden bir bölüm:




 “Korkuyorum. Katı değilim, içim boş. Gözlerimin ardında uyuşmuş, felç olmuş bir mağara, bir cehennem kuyusu, alaycı bir hiçlik duyumsuyorum. Hiç düşünmedim. Hiç yazmadım, hiç acı çekmedim. Canıma kıymak istiyorum, sorumluluktan kaçmak, aşağılık bir yaratık gibi sürüne sürüne dölyatağına dönmek istiyorum. Kim olduğumu, nereye gittiğimi bilmiyorum. Bu korkunç soruları yanıtlayacak olan benim. Özgürlükten soyluca kaçışı özlüyorum. Güçsüz, yorgun, sağlıklı, etkin bir zekâ ile istemi gerektiren güçlü, yapıcı insancıl inançtan tiksinerek kaçıyorum.”




Yaşadığı bunalımı çok etkili bir anlatımla dile getiriyor Sylvia Plath. “Ana rahmine dönüş” isteği, doğum-ölüm döngüselliğini içeren, ‘ölüm’ün de simgesi olan çok önemli bir psikanalitik kavram.  




1963 yılında ölümle üçüncü randevusu çok acıydı… Sabah altı sıralarında çocukların odasına çıktı Sylvia. Masaya bir tabak ekmek, tereyağı ve iki süt biberonu koydu. Sonra mutfağa geri döndü. Kapıyı ve pencereleri kalın bezlerle iyice kapattı, havagazı fırınını açtı, başını fırının içine uzattı ve gaz düğmesini çevirdi! Nilgün Marmara bu inanılmaz trajediyi açıklarken, onun Sırça Fanus’ta dile getirdiği şu cümleyi alıntılıyor önce:
“Günün birinde üniversitede, Avrupa’da, bir yerlerde, herhangi bir yerde… sırça fanusun boğucu çarpıtmalarıyla birlikte üstüme tekrar inip inmeyeceğini nerden bilebilirdim ki?...” ve sonra şöyle yorumluyor Nilgün Marmara: “Sırça fanusun en son kez bir gaz ocağı şeklinde inmesi ve Plath’ın intiharının, benzer bir soruyu bir kez daha sorması olasılığını ortadan kaldırması ne acıdır.”    



Nilgün Marmara’ya göre,  şairin “Babacığım”, “40 Derece Ateş”, “Leydi Lazarus" gibi şiirleri Plath’ın içsel özel dünyasının öğeleriyle, toplumsal olayları, toplama kamplarını, Hiroşima’nın bombalanışını son derece özgün bir atmosferde,  kendi acılarını evrensel-toplumsal acılarla buluşturup kaynaştırmasındaki başarısı olarak yorumlanabilir. Bu arada Plath’a göre erkekler, babası, kocası, faşist ordular gibidirler ve ne yazık ki “Her kadın faşistlere tapar, /Suratına inen çizmeye, senin gibi/ Bir hayvanın hayvanca, hayvanca/ kalbine.” İkili ilişkilerdeki faşizmi ve terörü en sivri diliyle yansıtır Plath. “Leydi Lazarus” şiirinde reenkarnasyonla erkekleri yiyen bir cadı olur: “Küllerin arasından / Kırmızı saçımla yükseliyorum/ Ve erkekleri hava gibi yiyorum.” Elbette, bilinçaltı bir itkiyle kendisini ölüm ya da ayrılık biçiminde terk eden, yalnız bırakan baba ve koca imgeleriyle hesaplaşır asıl olarak.




Nilgün Marmara, o çarpıcı anlatımıyla ‘ölüm’ ve ‘Plath’ hakkında şunları yazıyor: 

“Ölüm, Sisypus’un kayasıdır. Onun mahvoluşu, cezalandırılışı, onu yaşadığı için acı çekmeye zorlayan absürd bir eyleme dönüşür. Plath’ın kayası muazzam bir hayal gücünün yanı sıra mutfağıdır, anne ve eş olmanın sorumluluklarıdır. Ama ona kendi ölümünü dayatan odadan çıkıp kapıyı kapar… Ölüm hakkında yazdıkça hayal dünyası giderek güçlendi ve bereketli bir hale geldi. Böylece, yaşamak için her türlü sebebi oldu der Alvarez. Her türlü sebebi oldu’nun yerine, hiçbir sebebi olmadı’yı koyabiliriz, çünkü Plath bunu bizzat yapmıştır. Her şeyin yerine hiçbir şeyi koymuştur. Ona göre stimülasyon iki uçlu bir değnekti; bir ucu yaşama, diğer ucuysa ölüme dönük. O, ‘rien’ (hiçlik) ucunu seçti.” (s. 29)



 Ve ne yazık ki bir gün geldi, Nilgün Marmara da ölüme dönük olan ucu; hiçliği tercih etti. O da varoluşunu bu yolla daha anlamlı kılacağını düşündü belki de. 




Nilgün Marmara, Sylvia Plath’ın intiharının nedenlerini irdelerken, kendi içinde meşum bir tohum gibi bilinci ya da bilinçaltı kaynaklarıyla büyüttüğü intihar eğilimini sezdiriyor sanki: “Plath’ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir. Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Karmaşık düşünce yapısının yol açtığı gerilimin niteliği çözümsüzlük doğururken, yaşamının gerilimi sonsuza akar. Bu farklılık ölümün seçilmesinde, zihnin karmaşıklığının kurgusal bir temelde yaşamın sonsuzluğunda birleştirilmesinde ve saf insanilikle felaketimsi bir ölümlülüğe ulaşmak yolunda şiirler yaratılmasında sentezlenir… Plath’ın varoluşu, zalimliği doğal olarak kendisini yabancılaşmaya itecek olan şikâyetçi zihni tarafından beslenen bir yalnızlık peçesiyle örtülür. Istırap içinde yaşar ve kaçamak kederini kavramayı başarır. Şiirlerini köşkünün tamiratı sırasında konan tuğlalar, intiharınıysa tam bir başarısızlık olan bu evin tamamen yıkılması olarak görebiliriz… Alvarez’e ve bize göre hayatla ölümün, doğmanın ve kendini öldürmenin derin anlamını aramak, geçerli sınıflandırmalardan arınmış ve varoluşu hem mikrokozmosla, hem de makrokozmosla olan bağlarıyla birlikte içtenlikle anlamaya çalışan kişilerin işi olmalıdır.(s.24-25)




Sylvia Plath dünyadan, yaşamdan kopup gittiğinde Nilgün Marmara henüz beş yaşında bir çocuktu. Yaşam olayları, okudukları ve araştırdıkları Marmara’yı öyle bir noktaya getirdi ki bu durum,  Plath ile arasında bir ruh ortaklığı yarattı. Plath’ın şiir dizelerinin izini süren, yaşamındaki açmazları çözümlemeye ve anlamaya çalışan genç bir üniversiteli olarak, kendi düşünce ve düşlem dünyasına çok yakın bulduğunu düşündüğüm bu şairle ilgili tez araştırmasına yöneldi. Tarihi göz önüne alınırsa (1985) bu araştırmanın, oldukça ileri aşamada, derinlikli, nitelikli ve özlü bir akademik mezuniyet çalışması olduğu da kuşku götürmüyor. 




Nilgün Marmara’nın, Sylvia Plath’ın öldüğü yaşa çok yakın bir yaşta (29) yaşamına son vermesi, insanın içini ürperten acı bir gerçek… Paralel yaşamlar… Varoluşun sancıları… Kadın olmanın çelişkili süreçleri… Normalin üstünde iki zekâ… İnanılmaz derecede yaratıcı iki insan… Akademik başarılı iki kadın… Duyarlı iki kadın şair…  Sıra dışı iki karakter… İki üstün yetenek… Kadınları hapseden, boğan toplumsal ‘sırça fanus’u kırmaya çalışan iki ruh yoldaşı: Nilgün Marmara ve Sylvia Plath… Bence ‘iki mucize kadın’ onlar… İnsanlığın ufkundan bir şimşek hızıyla geçip ‘yazgı’ olarak kabullenilen birçok saçmalığı sorgulayıp reddederlerken, o kısacık süren yıldızsı geçişlerinde, dünya üzerinde inanılmaz bir aydınlanma anı yarattıkları için, her zaman bizlerde ve insanlığın belleğinde yaşamlarını sürdürüyorlar…




        HÜLYA SOYŞEKERCİ

      hsoysekerci@gmail.com


(Feminist F dergisinin 2. sayısında yayımlandı.  Haziran 2012)


YAŞAMI KURGULAMAK

$
0
0



Çocukluk anılarım arasında belleğimde en çok iz bırakanlardan biri, halamın o gizemli evinde, duvarda asılı duran ve sanki büyülü bir masal ülkesinden seslenir gibi her saat başında çalan bir guguklu saatle ilgili. Bu saatin oymalı ahşap bölümünün üst kısmında küçücük bir kapı vardı.  Her saat başında minicik bir mekanik kuş yaylanarak kapıyı açıp evinden dışarı çıkar; saat kaç ise o kadar sayıda “guguk” der ve yine kaçarcasına evine girerdi. O kadar hızlı hareket ederdi ki bu mekanik kuşla bir türlü göz göze gelememiştim. Mekanik kuş 12 kez seslendiğinde inanılmaz bir keyif alır; merak ve ilgiyle izlerdim onu. Ne de olsa daha uzun süre boyunca dışarıda kalıyordu 12’yi çaldığında. Bazen evin uzun ve derin bir sessizliğe gömüldüğü de olurdu. O zaman halam bana saati kurma işini verir, “Saatin kurgusu bitmiş, hadi kur onu,” derdi. Çocukluğumdaki en keyifli oyunlardan biriydi guguklu saati kurmak. İnce metal zincirleri yavaş yavaş çeker, ucundaki iki küçük topuzu yukarı çıkarır; böylece saati yaşama kurgulardım. Belki de o çocuk ellerimle yaşamı saate kurguluyordum kim bilir? Halam “Dikkat et, saatin zincirlerini koparma!” diye seslenirdi. Ben de dikkat ederdim her zaman.   Guguklu saat bozulursa dünya kararacak gibi gelirdi bana. O günlerde sezmiştim ‘kurgu’nun kolay bir şey olmadığını; dikkat, özen, sabır, ilgi ve yoğunlaşma gerektirdiğini.



Bir yazınsal terim olarak ‘kurgu’yu açılımlamadan önce, ‘kurgu’nun başka alanlarda taşıdığı anlamsal değerlere dikkat çekmek gerektiğini ve bu anlamların bir kısmının yazınsal kurgunun epeyce uzağında durduğunu göstermeyi düşünüyordum öncelikle. O nedenle kurgunun ilk akla gelen ve günlük yaşam içinde zihnimizde dalgalanan çeşitli çağrışımsal anlamları üzerinde durmak istiyordum. Guguklu saatle ilgili bu çocukluk anım, bunca yıldan sonra tüm canlılığıyla gözümün önüne geldi. Mekanik konularına ilgi duyan,  bu alana emek ya da ürün veren kişiler, kurgunun her şeyden önce “kurma” işine yarayan, bir şeyin zembereğini kurmak için kullanılan araç ya da anahtar olduğunu söyleyecektir. Mekanik saatlerin kurgularından söz edilirdi eskilerde; yani zembereğin kurulmuş olma hali de “kurgu” olarak adlandırılırdı. Günümüz teknolojisinde dijital saatler, yıllar öncesindeki bu “kurgu” işlemini nostaljik bir olgu, anılara dayalı yazınsal bir kurgu durumuna getirdi. Kavramların içeriği değişip dönüştü.



Kurgunun başka pek çok anlam ayırtıları var dilimizde. Bir bütün oluşturmak için parçaları takıp birleştirme, bir araya getirme işlemi de kurgu olarak adlandırılmakta. Bu anlamdaki kurgu, yabancı dildeki “montaj” (montage) sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmakta. Montaj denince ilk anda aklıma gelenler sanayimizin uzun yıllar “montaj sanayi” olduğu yönündeki eleştiriler... Bir dönem, özellikle otomotiv, elektronik gibi alanlarda yaratıcı olamadığımızı vurgulayan eleştirel bir sözcüktü montaj terimi. Montaj anlamındaki kurgunun bir başka kullanım alanı sinema ve TV gibi görsel teknolojileri ilgilendiriyor. Bir filmin değişik süre ve yerlerde çekilen bölümlerini anlamlı ve uyumlu bir bütün oluşturacak şekilde bir araya getirme, birleştirme işlemi anlamına geliyor kurgu ya da montaj.



“Kurgu” sözcüğünün başka bir anlamı da telkin ya da etki etme yoluyla bir kişiyi herhangi bir işe ya da girişime hazırlama eylemidir. Bu tür kurgu ya da kurgulamada bir teşvik, yüreklendirme hatta kışkırtma anlamlarını da sezeriz içten içe. “Arkadaşlarından bazılarının kurgularıyla benimle tartışmaya girişti.”cümlesinde olduğu gibi… Böylesi bir kurgudan söz edildi mi aklıma arkadan ya da yandan kurgulu oyuncaklar gelir. Anahtarını kurduğunuzda, ya yürür ya zıplar ya da ses çıkarırlar… Şimdiyse bu tür kurgulama işlemleri uzaktan kumandayla gerçekleşiyor daha çok. İnsanların çoğu hatta geniş insan toplulukları, böylesi kurgulamalar açısından epeyce zayıflıklar gösteriyor günümüzde. Sanki bir manipülasyon dünyasında yaşıyor; kuklalar ya da robotlar arasında kaldığımızı duyumsuyoruz.



Kurgu, felsefede daha çok “spekülasyon” anlamında kullanılıyor. Uygulamaya geçmeyen, yalnızca bilmek, açıklamak amacını taşıyan düşünceler, kuramsal çalışmalar da kurgu olarak nitelendiriliyor. “Spekülasyon”; ayna yardımıyla yıldızların hareketinin ilişkilendirilmesinin göksel taraması demekti eski zamanlarda. Kurgunun “spekülasyon” anlamının içinde yoğun olarak düşlem, yansılama, tahmin, olasılık, hayal etme gibi anlamları da bulmak ya da sezmek söz konusu. Bu arada belirtmeden geçmeyelim: Felsefi “spekülasyon” sözcüğünün karşılığı olarak “kurgu”nun yanı sıra “kurmaca” sözcüğü de kullanılmaktadır.(Bkz. TDK Türkçe Sözlük)



Yazınsal yapıtlarda “kurgu”nun asli anlamı ise “fiction” dur; yani gerçek olarak nitelendirilemeyecek olaylar ya da kahramanlarla oluşturulan yapıt.  Elbette öykülemeye dayalı olan öykü, roman gibi türlerde önem kazanıyor “kurgu” kavramı. Bu anlamıyla, “kurgu” gerçeğin uzağında, düşlem ürünü bir hayal ya da kurmaca dünyası demektir. Bu noktada “kurgu” ile “kurmaca” sözcüklerinin birbiriyle kesiştiğini; birbiri içinde devam eden ve birbirini tümleyen anlamlarla yoğun bir terimsel oluşum yarattığını, birbirleri yerine de kullanıldığını da belirtmek olası.



Bence her kompozisyonun, her anlamlı bütünün kendine özgü bir kurgusu söz konusudur. Bu açıdan baktığımızda herhangi bir kitabın kapak ya da iç düzeninin, bir makalenin düşünce örgüsünün, iç ya da dış mimariyle ilgili bir örüntünün, görsel sanat dallarındaki öğelerin…  kurgusundan söz etmek mümkündür. Aynı şekilde bir öykü ya da romanın kendine özgü mimari yapısı, çatısı, iskeleti, onu ayakta tutan temel unsurların anlamlı bütünüdür kurgu. Metinleri kurgulamak, bir yapı oluşturmak, matematiksel bir düzen; estetik bir uyum ve denge yaratmak demektir. Uyumun ve dengenin aksadığı en ufak bir boşlukta yazınsal yapıtın kurgusu da bozulur; yapıtın anlam, estetik ve duygu değeri de eksilerek boşluğa düşebilir. Bu durum elbette, klasik bir çatıyı esas alan öyküler ya da romanlar için varoluşsal önemdedir. Ancak günümüzde yazılan pek çok öykü ya da romanda yapı bozumcu bir tarzda, parçalı bir yapılanma ile yepyeni yazınsal mimari dengeler oluşturulmakta; modernist/postmodernist sanatın yaşam ve sanat algısı doğrultusunda biçim ve biçem denemeleri yapılmaktadır. Bu deneysel edebiyat çalışmaları hem edebiyatı kendi içinde çoğaltıp derinleştirmekte hem de metnin hazzını önemseyip okuru edilgen konuma sürükleyen mimetik edebiyat anlayışı yerine, okuru etkin ve yaratıcı kılan farklı bir edebiyat anlayışı doğrultusunda, alışılagelen formatların dışında şekillenen yeni bir edebiyatı eylem ve uygulayım alanına getirmektedir.



Yeni tarz öykü ya da romanlarda daha önce yazılmış olan başka metinlere açılmak olanaklıdır; yazınsal bir metnin farklı alt metinleri söz konusudur. Metinlerdeki parçalılık, dağınıklılık ve kaotik yapı, adeta günümüz yaşamının izdüşümünü oluşturmaktadır. Mekânlar, zamanlar birbiri içinde ve kaygan bir biçimde, adeta akışkan durumdadır. Sanallığın ve bilgisayar teknolojisinin getirdiği yeni algılama biçimleri gerçeğin ne olduğu konusunda yeni bakış açıları sunarken, dilin gerçeği yansıtmada ya da ifade etmedeki dolayımlılığı sık sık vurgulanmaktadır. Böyle bir dünyada yazınsal kurguların da kendine özgü bir yapılanma içine girmesi; geleneksel kurguların parçalanıp dağıtılarak, modernist sanat akımlarındaki gibi yeniden şekillendirilmesi; gerçeğin yitimi ya da başkalaşımı gündemdedir. Bu bağlamda, roman ya da öykülerdeki kurguların boşluğa düşmesi, imkânsız kurgular, kendi içine kapanan metinler, romanda kronolojik zaman algısının terk edilmesi, yer değiştiren ya da akışkan mekânlar oluşturulması, bilinç akışı tekniği ve bilinçaltının dışavurumu, insanın yeni dünyadaki yeni rolünün sorgulanması gibi… pek çok farklı nitelik ve özellikler yeni roman anlayışının ve yeni kurguların sorunsalları arasındadır.  



Yazınsal kurguyu, kurmacanın üzerinde yükseldiği bir yapı veya temel olarak da görebiliriz. Kurmacayı her zaman için bir ‘kurgu’ya (montaj, olay örgüsü, plan, çatı, iskelet, sinopsis vb. çağrışımsal anlamlar…) yaslamak, ‘kurgu’yla şekillendirmek söz konusudur. Bu kurgu ister alışılagelen nitelikte bir kurgu olsun, isterse modernist/postmodernist algıların derinliğinden gelen sıra dışı bir kurgu olsun; “kurmaca” dediğimiz yazınsal yapıtlar, bir kurgu etrafında, bir kurgu ekseninde oluşturulur, var edilirler. Bir anlamda kurgu, kurmacanın zaman, mekân, dil ve kişiler açısından formatlanması, kurmacaya şekil ve anlam verilmesidir.



“Kurgu”nun(montage) zaman zaman “kurmaca” (fiction) anlamında kullanılması bir karışıklığa yol açsa da, öncelikle kurmaca yapıt için kurgunun anlam, önem ve değerine odaklanmak gereklidir diye düşünenlerdenim. Bu konuda Tahsin Yücel’in önemli bir saptaması var: “Bir şeyi anlatmak, yani söze ya da yazıya dökmek öncelikle kurgulamaktır. Sıradan bir insan da, politikacı da, hukukçu da, tarihçi de, toplumbilimci de, matematikçi de, öykücü de kurgular gerçeği, yani onu kendi düzleminden başka bir düzleme taşıyarak yeniden düzenler, bunun sonucu olarak da bir ölçüde kendi özünden uzaklaştırır. Bu da bize, başka birçok şey arasında, gerçek dediğimiz şeyin hep aynı düzlemde yer alan, tek biçimli, tek tanımlı bir veri olmadığını gösterir.” ( Tahsin Yücel “Öykü ve Gerçeklik”, Feridun Andaç, Öykücünün Kitabı içinde.)



Kurmaca kavramı için, “Olmadığı halde varmış gibi tasarlanmış, kurgulanmış”şeklinde bir tanımlama var Türkçe Sözlük’te. Selim İleri’den bir de cümle alıntılanmış:“Yalnızca bir romandır ve bütün romanlar gibi kurmacadır.”Kurmacanın ikincil anlamı olarak da  “tasarlanmış olay” tanımı yapılmış. Sonra da Turgut Uyar’dan bir cümle örnek verilmiş: “Şimdi şunu merak ediyorum, kurmacanın serpildiği gerçek, bir aşama sonra yine kurmacayı besliyor mu?  Bu “tasarım” düşüncesinin, yukarıda sözünü ettiğim “metnin mimarisi”ne de uygun düştüğünü söylemek olası.



Peki, kurmaca yapıtlar düş ürünü olduklarına göre, gerçekle ilişkisi ne yöndedir? Bu konuda birçok görüş ve yorumlar yer almıştır yazın tarihi boyunca. Yazınsal kuramlar, felsefe akımları, yazın sosyolojisi gelişip değiştikçe; bilimsel buluşlar ve teknoloji hayatı yeniden şekillendirip yepyeni bakış açıları, görme biçimleri ve yeni felsefi düşünceler yarattıkça “gerçek” ve “yazınsal gerçek” arasındaki ilişki konusundaki yorumlar da pek çok farklılık ve çeşitlilik kazanmıştır diyebiliriz. Asıl olarak şunu söylemek olasıdır:“Roman kurmacadır ve romandaki gerçeklik de kurmaca bir gerçekliktir. Kurmacagerçeklik, kurmaca eserin kendi içinde tutarlı ve gerçekçi olmasıdır. (Selçuk Çıkla “Romanda Kurgu ve Gerçeklik, Hece, 65-66-67, Mayıs- Haziran- Temmuz 2002) Unutmamak gerekir ki, roman, öykü gibi kurmaca yapıtlar gerçek hayatla dolaylı bir ilişkidedir. Aynı makalede başka kuramsal yapıtlardan alıntılarla düşünceler açılımlanmaktadır: Kurmaca anlatı, gerçeklik izlenimi yaratarak düşsel bir olayı, kişilerini, zamanını, uzamını ‘gerçeğe benzetmeye’ yönelir; bir yandan kurmaca özelliğini ortaya koyar, öte yandan gerçekliği gerçeğe en yakın biçimiyle ifade edebileceğini vurgular.”  (Zeynel Kıran-Ayşe (Eziler) Kıran, Yazınsal Okuma Süreçleri.)Öyleyse önemli olan metin içi gerçekliktir. Bir yaratma eserindeki gerçeklik, iç gerçekliktir." (Miguel de  Unamuno, “Gerçeklik, GerçeklikÜzerine”) Bu anlamda kurmaca yapıtlar hayatın gerçeklerinikendi iç gerçekliği haline dönüştürerek sunar:“Romandaki iç gerçekliği ayrıntılarda aramak gerektiği akıllardan uzak tutulmamalıdır. Ayrıntılar, tek tek bir araya gelir ve bütünü oluştururlar. Hiçbir ayrıntı önemsiz veküçük değildir. Orijinallik ve gerçeklik yalnızca ayrıntıdadır.” (Stefan Zweig, “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar”)



Akşit Göktürk,  Okuma Uğraşı adlı yapıtında kurmaca-gerçek ilişkisine dair şunları yazar: “Hiçbir kurmaca metin, gerçek yaşamdaki değer ölçülerini, durumları, davranış ilkelerini olduğu gibi kopya etmez, bunlar arasında belli bir seçme yaparak, seçilen öğeleri kendi aralarında yeniden düzenler. Bu düzenleme, gerçek yaşama oranla, bir olasılıktır ancak. Ne gerçeğin özdeşidir, ne de karşılaşacağı okurun bireysel değer ölçüleriyle yazınsal beklentilerinin.” Okuma Uğraşı’nın sayfalarını karıştırırken Akşit Göktürk’ün, “kurmaca”yı şöyle tanımladığını gördüm:“Dile getirdiği anlam ya da anlam tabakaları ile metin dışı gerçek yaşamın somut olguları arasında doğrudan doğruya bir özdeşlik ilişkisi kurulmasına elverişli olmayan söylem biçimi.  Böyle bir söylemin niteliği. (Fiction)”Akşit Göktürk, aynı kitabında kurmaca metnin okurlarına şöyle bir öneride bulunuyor:“Kurmaca metnin alımlayıcısı,  metindeki somut anlam düzeyi ile yaşam olguları arasında özdeşlikler aramaktan çok, metnin temel kavramlar örgüsünün, gerçek yaşamla ilişkilerini görmek zorundadır. Kurmaca metnin sunduğu anlam, metin dışı gerçek deneyler dünyasının somut anlamlarıyla örtüşmez.”



Bütün bu düşüncelerden şunu çıkarsamak mümkündür ki,  yazınsal metinlerdeki kurmaca dünyanın gerçekliği, dil içinde kurulan bir gerçekliktir; bu da dilin olanakları, imge, metafor ve öteki zenginlikleriyle birlikte anlamsal bir değer oluşturur. İyi bir kurmaca yapıt, yazın sanatını bir adım daha ileriye götürür. Yaşama dil içinden bakarak “yaşam- insan- sanat” çemberini sonsuz bir sarmala dönüştüren dinamikleri kendi içinde taşır.


İnsanlık, yüzyıllar boyunca düşünme ve kurgulama süreçleri içinde varlığını sürdürürken, “evren üstün ve mutlak bir aklın kurgusu mudur?” diye soran birçok düşünür de geçmiştir felsefe tarihinden. Bu düşünceler de sonuçta birer “kurgu” olduğuna göre, dünyada yaşam; insanda düşünce, düşlem ve yaratıcılık var olduğu sürece kurgu ve kurgulama süreçleri de var olmaya devam edecektir...


HÜLYA SOYŞEKERCİ

KURGU düşün, sanat edebiyat dergisinin 1. sayısında yayımlandı. (Mart Nisan 2010)

“GÖZLEM YAPIYORUM, O HALDE VARIM!”

$
0
0

                                          Salâh Birsel'in Dört Köşeli Üçgen'i üzerine...






Felsefi içerikli ironik şiirleri ve sorgulayan denemeleriyle edebiyatımızda önemli bir yeri olan Salâh Birsel’in 1957’de tamamlayıp 1961 yılında yayımladığı tek romanı Dört Köşeli Üçgen’in yeni basımı geçen ay Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı.  


Dört Köşeli Üçgen, felsefe eğitimi almış bir edebiyatçının yaşama, edebiyata, insana dair dünyasını net olarak gösteren; sıra dışı, farklı ve özgün bir roman. Yayımlandığı dönem dikkate alındığında; kurgu, düşünce ve roman tekniği itibariyle hayli deneysel ve öncü bir roman metni olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Okurken, farklı dünyalar açılıyor önünüzde, yeni ufuklara merhaba diyor; roman anlatıcısı/kahramanı olan Gözlemci ile birlikte dünyaya, evrene, yaşama ve insan hallerine farklı perspektiflerden bakıyor; Gözlemci’nin gözlemlerinden etkilenerek siz de inanılmaz sonuçlara ve yorumlara ulaşıyorsunuz.


Dört Köşeli Üçgen tam anlamıyla bir felsefi sorgulama romanı. Sokrates’in  “Sorgulanmayan bir yaşam, yaşanmaya değer değildir.” sözüne her satırında atıfta bulunuyor sanki. Doğru bildiklerimizin yanlışlığını; insanın zaaflarını, takıntılarını, toplumun iki yüzlü erdem anlayışını; süslü örtüler, tül perdeler altında gizlenen çirkin yalanlarını Gözlemci’nin bilinci içinden geçerek yeniden görüyor; gözlerimizi kapattığımız, görmek istemediğimiz gerçeklerle yeniden yüzleşiyoruz. Bu yüzleşme, elbette huzursuzluk veriyor duyarlı ruhlara, ışıklı bilinçlere… Ancak, yaşamın daha üst düzeyde ve daha insani olarak yeniden üretilmesi için toplumla, insanla, kendimizle yüzleşmeler, kaçınılmaz gerçekler olarak önümüzde duruyor.


Salâh Birsel’in roman kahramanı Gözlemci, bu yüzleşmeler sürecinde bizlere yol gösteriyor. Dört Köşeli Üçgen’de aklın yeniden örgütlenmesini buluyoruz Gözlemci’nin anlatımları içinde. Romanda Gözlemci, toplumun dışında kalarak topluma “çemberin dışından” bakan, gördüklerini ayrıksı bir tutumla dile getiren ve insanlarda kendi yaptığı gözlemler yoluyla farkındalıklar zincirini başlatan sıra dışı bir kimlik.


Daha ilk sayfalardan itibaren Gözlemci’nin gözlemleriyle sarsılıyoruz. Tütün Yaprak Evi adlı firmada bekçilik yapan ama asıl görevinin “gözlemcilik” olduğunu söyleyen kahramanımız, dış’tan iç’e ulaşan tutumuyla, bilgece bir bakışla anlatıyor yaşadıklarını, düşündüklerini ve hissettiklerini… O da toplumda dolap beygiri olan, sürekli çalışıp para kazanma derdi nedeniyle yaşadığını hissetmeyen insanlardan farklı olduğunu söylüyor; tıpkı Aylak Adam romanının kahramanı “C” gibi… Gözlemci’nin farklılığı, sadece bakış açısı ve düşünce sisteminde değil, davranışlarında da kendini ifade ediyor. Onun farklılığı ayrıca her türlü kişisel ve toplumsal ezberin, alışkanlıklar zincirinin dışında kalmasında belli ediyor kendini.


Gözlemci’nin sorgulamaya açtığı pek çok alan var. Önce mekânlardan başlıyor; insanın kendisi için kurduğu/yarattığı mekânları eleştirel olarak irdeliyor. “Uzun zaman odamın neden dört köşe olduğu üzerinde kafa yordum. İnsanlar neden oturdukları yerleri hep dörtgen biçiminde yapıyorlardı da neden bunları üçgen, beşgen, ongen, yirmigen içine oturtmayı istemiyorlardı.” diye soruyor. Sonra da şurada burada rastlanan yusyuvarlak bir kule, bir burç, bir kümbeti göstererek şöyle düşünüyor: “Kişioğlu savaşmak, dövüşmek, düşmanlarının kalbine dum dum kurşunu yollayıp kendi derilerini kurtarabilmek için yusyuvarlak yapılar yükseltiyorlardı da oturmak, uyumak, sevişmek için hep dört köşe odalar, sofalar, salonlar yapıyorlardı. Demek ölmek, savaşmak için bir kasnak, bir çember içine girmek; konuşmak, radyo dinlemek için de ille dört köşeli odalarda bulunmak gerekiyordu.” (s.9) Sonra dairesel döngüler üzerinden giderek yeni mekân tasarımları, farklı açılar ve mimari boyutlar tahayyül ediyor Gözlemci.


Aklın sınırlarını da tartışmaya açıyor. Karşıtlıklar üzerinde durarak, insan aklının gerçekliği bölerek ve sınıflandırarak algılama olgusunu dile getiriyor: “Ayrı açılara göre belirlenen bu iki gerçeği kavrayacak, bağdaştıracak daha başka bir gerçek vardı herhalde. Ama, insan aklı, o ünlü Alman filozofuna hak verdirecek biçimde, bu gibi gerçekleri kavramak üzere yaratılmış değildi.”(s.13) Akıl, aynı anda iki karşıt gerçeği kabullenemiyor; ikisini “karşıtlık hali” üzerinden algılıyor Gözlemci’ye göre. Gözlemci, mekânları sorgularken insan aklını ve bilincini de masaya yatırıyor.


Akıldan bilinçaltı süreçlerine geçen Gözlemci, ironik bir anlatımla insanların çoğunun “karınlarından konuştuklarını” dile getiriyor. İroninin gerçeküstücü sahnelerle buluştuğu birçok olay ve gözlemin anlatımı içinde insanların görünmeyen yüzlerini, toplumdan gizledikleri yönlerini gösteriyor. Özellikle kadın-erkek(karı-koca) ilişkilerinin yalan üzerine kurulu içtenliksiz boyutlarını sergileyen Gözlemci, insan hallerinin çelişkili gerçeklerine işaret ederken, yalancı ve iki yüzlü erdemin ipliğini pazara çıkarıyor; yüzlerdeki dürüstlük maskelerini düşürüyor. İlişkilerde olması gereken “netlik” ve “içtenlik” kavramlarının aslında hiç de arzu edilen bir durum olmadığına tanık ediyor bizleri.  Romanda, karşısındaki apaçık gerçeği, maddi çıkarlar nedeniyle gözlerini kapatarak görmezden gelen kişilerden birinin söylediği söz, tüm bir hakikati aydınlatıyor gibi: “… gerçek kendini görmek isteyene yüzünü gösterebilir ancak.” (s.30)


 “Gerçeği Aramak” başlıklı bölümde insanın kendi olma çabaları ile iç çelişkilerini bir arada işleyen Gözlemci’nin sesi okurun kulaklarında yankılanıyor: “İnsanlarda bir dışlanmak korkusudur gidiyordu. Kendi içlerinden dışarı fırlamak, kendi kişiliklerini, kendi düşüncelerini başkalarına kabul ettirmek, onlara Tanrı işlerine karışmanın korkusunu veriyordu. Bu ürkme kişioğlunu sinmeğe, düşünmemeğe, bir duygu sığlığı içinde kâh kumların altında yaşayan bir yengeç gibi ikili ve şaşkın bir yaşam sürmeğe de iteliyordu.”(s.25- alıntıdaki imla, metindekiyle aynı.)
Gözlemci, insanların tümünün böyle olması durumunda dış yaşamın sürekliliğini sağlamanın, iç dünya ile dış dünya arasında denge kurmanın yüzde yüz olanaksız bir hal alacağını belirterek;  arada bir, yüz yılda bir ortaya çıkan bir şair, bir bilge, bir politikacının, insanlara bazı yaşam reçeteleri, düşünce hapları ve güzellik formülleri sunduğunu ve böylece insanların yaşama tutunabildiklerini anlatıyor. 

Romandaki Gözlemci, insanları uyku halleri içinde de gözlemliyor. Uykunun, insanları boğuşmaktan, didişmekten, birbirlerinin külünü havaya uçurmaktan uzaklaştırdığını belirterek, “onlara temizlik, lekesizlik, bilgelik, dostluk duygularını aşılıyordu.” diyor. Uykudaki insanlar Melih Cevdet Anday’ın sözünü anımsatıyor gibi: “Uyuduk mu eşit oluruz. Ne tutku, ne gurur, ne umut…” Gözlemci’nin belirttiği gibi, uykuda melekler gibi olan tüm insanlar, uyandıklarında birçok olumsuz düşünce ve davranışlar içine giriyorlar.


Dört Köşeli Üçgen’in Gözlemci’si insanların “mahremiyet” adı altındaki gizli kapaklı oyunlarını gözlemliyor; kişilerin ve olguların üzerindeki cila tabakasını söküyor sakin sakin; her şeyi tüm çıplaklığıyla sergiliyor. Kısacası Gözlemci, mahremiyeti delik deşik ederek, gizliliğin örtüsünü ortadan kaldırıyor.


Gözlemci, gözlemlerden bir sonuç çıkarmanın tehlikeli olduğunu da gösteriyor. Çünkü sonuç çıkarma ve yorumlamanın başladığı yerde sorgulamalar ve yüzleşmeler başlıyor; eleştirel düşüncenin filizlendiği ortamlar, topluma egemen olanlara aykırı ve tehlikeli geliyor. İsteniyor ki kimse düşünmesin, sorgulamasın, her şeyi olduğu gibi kabullensin…

Gözlemci, insanların çoğunun kaslarını bile yeterince kullanmadığını yine ironik bir tarzda anlatarak, aslında kullanılmayanın kaslar değil, ruhsal duyarlılıklar olduğunu sezdiriyor. Tiyatro oyuncuları çevresinden yazarlar- şairler çevresine kadar herkesi gözlemleyen roman kahramanı, oralarda çok ilginç ve eleştirel sonuçlar çıkarabileceğimiz gözlemler devşiriyor. Sanatçı-yazar egosunun saçmalıklarını ve bu kişilerdeki bazı karakter bozukluklarını sergilerken; bir kitap bile okumayan yazarlardan, kendilerini edebiyatın merkezi gibi gören üstatlardan ve kendilerini “iktidar” olarak algılayan dergi sahiplerinden söz ediyor; alaysamalı dilin anlam olanaklarını genişleterek gördüklerini naklediyor. Edebiyatın ticari boyutunu ve genç şairler üzerine oynanan antoloji oyunlarını okurken ürperiyor insan; günümüzde de benzer ticari oyunların oynandığını, kitap ticaretinin ulaştığı boyutları da düşünüyor insan bir yandan. Gözlemci, tiyatro çevresindeki kıskançlıkları ve ayak oyunlarını da sergiliyor ayrıca. Anlatılanların çoğunun izini günümüzde de sürdürmek mümkün; sanki hiçbir şey değişmemiş!…


Romanda en ilginç bölümlerden birini Gözlemci’nin cırcırböceğinden sevgiyle söz ettiği sayfalar oluşturuyor. Kahramanımıza göre cırcırböceği felsefi anlamda aylaklığın simgesi; özgür bir gözlemci…

Fabrikadaki işinden, gerçeği gösteren gözlemleri yüzünden uzun zaman önce kovulmuş olan Gözlemci, giderek o kadar çok gözlemle doluyor ki bunları bir şekilde paylaşmak istiyor. Önce bir sergide sonra da bir dükkânda “gözlem satıcılığı” yapıyor. Kimler kimler geliyor bu gözlemleri satın almaya; bir okusanız!.. Politikacılardan sanatçılara, yazarlardan memurlara, sıradan insanlara… Herkes… Sonrasında fincancı katırlarını ürkütüyor, bazı çevreleri rahatsız ediyor bu gözlem dükkânı… Dükkân, iki kez saldırıya uğruyor; saldırganlar duvarları tahrip edip camı çerçeveyi indiriyorlar. Sonrasında kara gözlüklü bir adam gelip üzeri örtülü tehditlerde bulunuyor Gözlemci’ye…

Gözlemci zaman geçtikçe patolojik bir ruh hali içine giriyor. Gözlem yapma amacıyla insanlara zarar vermeye ve onlara zarar verdiğinin farkında olmamaya başlıyor. Gözlemleri giderek “saçma” bir hal alıyor. Bir akıl hastanesi süreci içinde buluyoruz onu. Ancak roman bitmiyor, Gözlemci’nin anlatacakları da… Akıl hastanesi günlerinde “matematiksel kesinlik”  üzerinde duruyor; bu kesinlik durumunu da sorgulamaya başlıyor. Kimi koşullarda matematiksel kesinliğin de tartışılabilirliğini gösteriyor ve giderek insan aklının sınırlarını zorlamaya başlıyor. Dört köşeli üçgenlerin varlığından söz ediyor büyük bir içtenlikle ve ispatlama gayretiyle…

“Gün geldi, gözlemci olmadan yaşayamayacağımı da anladım.” diyen Gözlemci, “işte o vakit; gözlem yapıyorum, demek varım.” sonucuna ulaşarak, gözlem yapmanın onun açısından bir varoluş meselesi olduğunu belirtiyor.  Paul Auster’in New York Üçlemesi’nde yer alan ve kenti hiç durmamacasına gözetleyen adamı da anımsadım bu kitabı okurken. Bence, burada sunulan yazınsal dünya içinde, çağımız medyası ve “gözetleme toplumu”  konuları yeniden tartışmaya açılabilecek nitelikte… Bu kitabı güncelleştirerek okuduğumuzda anlatılanlar daha da derinleşiyor bilincimizde…

Romanda karşılaştığımız absürt durumlar; ironik anlatım ve gerçeküstücü unsurlar, metnin felsefi dokusuna çok iyi uyum sağlamış durumda. Yer yer üstkurmacaya da göz kırpan yazım tekniği, Salâh Birsel’in edebiyat ustalığını ve yenilikçi tarzını kanıtlıyor.

Dört köşeli bir üçgenin olabilirliğinin söz konusu olduğu yepyeni uzaysal tasarımların imkânlarını araştıran; insan aklının düş ve yaratıcılık gücü ile her türlü iç ve dış sınırı aşabileceğinin sezgisel bilgisini sunan bu inanılmaz derinlikteki felsefi roman, simgesel nitelikteki fantastik sonuyla da okuyanları bambaşka dünyalara taşıyacak…


(“Dört Köşeli Üçgen”, Salâh Birsel, roman, Sel yayıncılık, Ağustos 2012, 128 sayfa)


HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com

( İlk olarak 27 Eylül 2012 tarihinde Edebiyat Haber sitesinde yayımlandı. )


GENÇ ÖYKÜNÜN GİZEMLİ SAYFALARI

$
0
0





Ülkemizde öykü sanatının son yıllarda özellikle genç öykücülerin farklı, özgün ve sıra dışı yaratımlarıyla yeni boyutlar kazanmaya başlaması ve öykücülüğümüzün bu bağlamda yeni bir atağa geçmiş olması, önemli bir yazınsal olgu olarak dikkati çekiyor.



Genç öykünün yükselişi içinde yer alan yazarlardan biri de Pelin Buzluk.  Deli Bal adlı öykü dosyasıyla 2010 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü alan Pelin Buzluk’un ikinci kitabı Kanatları Ölü Açıklığında geçtiğimiz yılın öykü kitapları arasında en dikkate değer olanlardan biri. Kanatları Ölü Açıklığında’nın içinde yer alan 13 öykü, modern kısa öykünün ilginç ve sıra dışı örneklerini oluşturuyor.  Yazar, öykülerini az sözcükle yapılandırmaya, metin içi boşluk ve suskularda gizlenen anlamları çoğaltmaya dikkat ediyor. Az konuşan, sesi az olan ama anlam derinliği yüreğe işleyen bir öykü evreni kuruyor Pelin Buzluk. Öyküde, söylenenler kadar söylenmeyenlerin, eksik bırakılanların da önemli olduğunu belirtiyor.  Deli Bal’da oluşturmaya başladığı bu evreni öncelikle kendine özgü bir dil ve üslup aracılığıyla şekillendiriyor ve bu kişisel dil içinde yazınsal dilin yeni anlam ve anlatım olanaklarının sınırlarını araştırıyor. Öykülerini kısa, etkili, çarpıcı cümlelerle oluşturan yazar, içeriğin gerektirdiği bir söylemle yazmaya, bu içeriği seçtiği sözcüklerle metnine ince ince dokumaya özen gösteriyor. Pelin Buzluk’un az kullanılan, pek bilinmeyen ya da dilde unutulmaya yüz tutan güzel ve anlamlı sözcükleri keşfetme serüvenine ortak olmak,  okura ayrı bir heyecan veriyor: Mesela, yalıyar, bastet, kedşan, santor, panoptikon, muncur, kanara, eprimek gibi sözcükler… Ayrıca, yazarın dile kattığı “ilkkış” sözü, ait olduğu öyküde anlam incelikleri yaratıyor. 



Pelin Buzluk, olay, olgu ve kişilere farklı bir gözle bakmayı, onlara yeni bir yorumla yaklaşmayı, sıradanlığın perdesi ardındaki olağanüstülüğü keşfederek düşlerin içinden göz kırpan gerçekleri okurla paylaşmayı önemseyen öykücülerden.  Toplumsal çelişkiler ve sorunların yanı sıra, insan ruhunun karanlık labirentlerinde dolaşmak; kişilerine tekinsiz bir atmosferde soluk aldırmak ya da Doğu’nun gizemli, tarçın kokulu, esrarlı, havasını öyküye taşımak da önemli Pelin Buzluk için… Yazar, öykünün her şeyden önce sözcükler, imgeler, kurgusal yapı ve kişilerle kurulan estetik bir bütünlük olduğu gerçeğinden hareket ediyor. Bu bütünlüğü oluştururken geniş bir yelpazeden, farklı coğrafyalardan, değişik ruhsal ve kültürel iklimlerden; bazen insanın duvara yansıyan gölgesinden, içindeki şiddet ve kötülük sarmalından, bazen bir öykü çocuğunun incecik naif dünyasından, düşlerden, oyunlardan, öksüzlükten, öteki’likten, aykırılıktan… hareket ediyor. 



Kanatları Ölü Açıklığında’nın sayfalarına egemen olan asıl konunun ölüm olduğu fark etmek, insanda ürpertici duygular yaratıyor. Yazar, ölüm ve ölüm korkusunu, ölümün etrafında dolaşan gölgeler, baykuş çığlıkları, bir kuzgunun dimdik bakışı, kanlı bir kasap önlüğü, yıllarca bir yorganın üstünde kalan eski bir kan lekesi,  yüzyıllar öncesine ait tozlu odalardaki beşiklerden fırlayan yılanlar…  ve benzeri etkili imgeler aracılığıyla ve ayrıntılarda derinleşen anlamlarla ifade ediyor. 



Kitabın ilk öyküsü İbrahim Dağı’nda öykü kişisiyle birlikte zaman katmanlarında dolaşıyor, geçmişe yolculuğa çıkıyoruz. Uzun zaman sonra doğup büyüdüğü, birçok kültürün bir arada yaşadığı o uzak kente, çocukluğuna yeniden adım atan anlatıcı, anıların içindeki derin ve kırılgan gerçeklerin izini sürüyor. O, 8 yaşındaki bir oğlan çocuğudur artık. Bir gün yoksul evlerine bir yetim daha katılır babasının çabasıyla. Komşuları Yorgancı Yorgo ölmüş, oğlu İbram’ı anlatıcının babası himayesine almıştır. Annesi onu doğururken öldüğü için yaşama hep bir dudak bükmeyle bakar gibidir İbram. Evdeki çocuklar tarafından benimsenmez bir türlü; İbram’ın kendi kardeşleri gibi olduğu söylense de nafiledir. Gün gelir, kıskançlığın etkisiyle karanlık bir gölge belirir uzak çocukluğundaki anlatıcının ruhunda, öksüz İbram’ın kendi yalnızlığına sığındığı dağdaki o ıssız çukura gidişini izler ve ona; kardeşine inanılmaz, kanlı bir şiddet sergiler oracıkta. Bir çocukluk günahının içindeyizdir anlatıcıyla birlikte; masumiyetin sorgulanması yüreklerimize işler. Çocuk yorganlarının altında kurulan düşlerin büyüsü ve uykuların masal tadı, karanlığın izini sürerek Yorgancı Yorgo’nun dükkânına kadar uzanıyor gecenin içinde. Gece, yorgan, uyku, masal ve büyü birbiriyle buluşuyor. Öyküde zaman geçişlerinin doğallığı, anlatıcının bilinci içinde farklı zamanların ileri geri hareketle işlenişi ilgi uyandırıyor. Bu öyküde, atmosferin oluşturulmasından kişilerin yaratımına, dilin kullanımından özgün görme biçimlerine kadar birçok nitelikli çaba ve deneyimin yer aldığı görülmekte. Bakış açısı farklılığı,  güçlü imgeler ve düşsellik, bu öykü gibi Pelin Buzluk’un diğer öykülerine de damgasını vuruyor.  






Kanatsız’da gece sokağa çıkma yasağının olduğu o meşum darbe sonrası dönem, küçük ayrıntılarla verilerek toplumun büyük resmi sezdiriliyor. Özgürlükler yok edilmiş, kuşların kanatları ölü açıklığına açılmıştır. Renkler solmuş, binalar griye boyanmış, evlerin özgürlüğü olan balkonlardan bile rahatsızlık duyulmuş ve balkonsuz ev mimarileri ödüllendirilmiştir. Rüya içinde rüyaya açılan ve bir kuşun düşüne dönüşen öykü, kuşun düşünde düşüp ölenlerin anlatısını çoğaltıyor. Bir kuşun düşünde bile kanatsızdır öykü; uçması engellenip düşenler gibi kanatsızlığa; kanatların ölü açıklığına açılır. Kemikler öyküsü de toplumun başka bir yara izinde yürür; kayıp yakınlarının cumartesi eylemlerinden dönen iki kederli babanın; iki “güzel amca”nın iç dünyasına sokulur içten içe. Masadaki fotoğraflarda genç adamlar bakar sessizce. Fotoğraftan çıkıp sokaktaki yaşama açılır gibidirler, soluk alırlar sanki orada. Babalar, hüznün içinden damıttıkları umutlu bakışlarını fotoğraflara ve hayatın odağına yöneltirler.  



Sekizli Hediye’de Doğu’nun buğulu, sisli, gizemli, baharatlı, esmer havası içine giriyoruz birden. Birinci kişi anlatımının yanı sıra öyküde ikinci kişiye seslenen anlatımlara da yer verilerek metnin duygu boyutu zenginleştiriliyor. Öykünün başında okurda yaratılan merak duygusu, metnin sonunda etkili biçimde gideriliyor. Ellili yaşlardaki Mary Meryem’le genç bir adamın yaşadığı kısa süren bir aşk;  zamanın acımasızlığı, sevgilinin ölümü ve onun ardındaki gizemin izini sürmek için Pakistan’a giden genç adamın Şark esrarına dokunan yaşantıları… Düğün Gecesi’nde yaşlı bir adamla evlendirilen genç kızın yaşadığı hayal kırıklığı, uğradığı şiddet yürekleri hüzünle doldururken, genç kızın çocukluğundan beri dert ortağı olan ceviz ağacının gövdesinde aradığı “masal anahtarı” imgesi, incecik naif bir dünyaya çekiyor bizi. 



Kasap Havası, farklı ve tekinsiz bir ortamda, ıssız bir yerde, sessiz ve çok soğuk bir kış gecesinde yalnız ve erkeksiz bir kadının başına gelebilecek tehlikeleri metafor olarak sezdiren ürpertici bir öykü; sayfalarda hem korkudan hem de soğuktan ürperen Asiye’yi izliyoruz adım adım. Yılanlı Yalı Söylencesi,İstanbul’un karanlık Bizans dehlizlerinden geçirerek tarih içinde işlenen cinayetlere, şehzade katliamlarına açıyor öykü gözümüzü. Üst kurmacanın köşeli parantezleri anlatının kalbine dokunurken, öykü sonunda, tüm anlatılanların yalan olabileceği kuşkusu yaratılarak düş ve gerçeğin sorgulanmasıyla öykü başlığındaki “söylence” sözcüğüne bağlanıyor satırlar. Varolmayan Sesler, sosyal adaletsizliği yepyeni bir bakış açısıyla işleyen, zengin evinin kalın duvarları arasında kendine gizli bir yer yaratan, yiyecek artıklarıyla beslenen, daracık mekânda bir yaşam kuran yoksul bir adamın dünyasını anlatan, sıra dışı, düşsel bir ortakyaşam öyküsü. Metafor olarak da okunabilen öykü, okuru şaşırtan sahneleriyle dikkat çekiyor. 



Mevsimler, yasak nedeniyle kitapların derin kuyulara gömüldüğü, darbe döneminin çağrışımlarıyla yüklü bir öykü. Sirk’te, Ganj’ın tanrılarına isyan eden bir çocuğun dünyasına giriyor; Turunç’ta naif bir küçük kızın, hastalığındaki düşlerini ve sayıklamalarını okuyor, pencereden kendisine bakan ve Poe’nun yapıtından çıkmışçasına ölümü çağrıştıran tekinsiz bir karga imgesini görüyoruz. Saklambaç’ı Hasan Ali Toptaş’a adayan yazar, burada Toptaş’ın romanındaki Büyük Dayı karakterini başka bir boyutta yeniden var ediyor. Asker kaçağı dayının, saklandığı kuyuda çok eski bir zamana geçmesini; dayının masala, masalın dayıya dönüşmesini gizemli bir dil içinde kurguluyor.  



Kanatları Ölü Açıklığında’yı okurken farklı zaman ve mekânlara açılacak; içerik, dil ve kurgu titizliğiyle oluşturulmuş deneysel bir öykü evreninde yeni anlamları çoğaltacaksınız.



HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com

TARAF KİTAP 26.01.2012



                                                                                                 


YAKIN BİR DÖNEMİN ÇAĞRIŞIMLARI ve “KAR SUYU”

$
0
0






(Hüseyin Bul, “Kar Suyu”, roman, Ayrıntı Yayınları, Türkçe Edebiyat dizisi 16, 240 sayfa, 2012)


Daha önce öyküleri ve Bianet’teki yazılarıyla dikkat çeken Hüseyin Bul’un ilk romanı "Kar Suyu"  ilgiyle okunuyor. Yakın geçmişte yaşadığımız bir dönemi çağrıştıran olayları, polis, mafya, siyasetçi işbirliği sonucunda ortaya çıkan kirli ve karanlık işleri, sağlam bir kurgu içinde dile getiren "Kar Suyu" önce herhangi bir polisiye roman gibi sorgulama sahneleriyle başlıyor; ancak olayların, sorgulamaların genişleyip farklı boyutlar kazanmasıyla döneme ayna tutuluyor. Toplumun çürüyen dokularına,  karanlık ilişkilerine etkili ve cesur göndermeler yapılıyor.

"Kar Suyu" romanında polis şefi Ayhan karakteri psikolojik derinlik içinde işlenmiş; o konumdaki bir polis şefinin iç dünyası, yaşadığı  çelişkiler ve çatışmalar, mesleki yüzleşmeler ve içsel hesaplaşmalar güçlü, ayrıntılı ve inandırıcı bir bakış açısıyla dile getirilmiş. 

Ayhan’ın kendi ailesiyle, çocukları ve eşiyle yaşadığı sorunlar ve çatışmalar da gerçekçi bir tarzda ele alınıyor. Ayhan ve emrindekilerin etkin rol aldığı sorgulama sahneleri ve sorgulamaya gelen kişilerin konuşmalarıyla gösterilen ilişkiler ağı ise ilginç ve başarılı bir kompozisyon içinde veriliyor. 


Yer yer temposu daha fazla hızlanan roman anlatısında merak, heyecan ve ilgi unsuru sürekli canlı tutulmuş. Olaylar hızla akıyor. Diyaloglar doğal ve etkileyici.  


İç ve dış mekânların kısa ve çarpıcı tasvirleri, özellikle gecelerin anlatımı etkili ve canlı bir roman atmosferi oluşturuyor.  Bu tasvirlerde yer yer şiirsel dilin kullanılması, imgelerden yararlanılması, metnin psikolojik derinliklere açılması, kavram ya da soyut varlıklara kişilik kazandırılması, romanı alışılagelen "polisiye roman" şablonunun dışına çıkararak, ona yazınsal bir değer ve nitelik kazandırıyor.  


 Ayhan odasında tek başınayken sessizliğin kişilik kazanmasının ve yoğun çalışmalar, görevler yüzünden ihmal edilip kuruyan saksı çiçeğinin durumunun metafor anlamlara da açılan anlatımı ilgi uyandırıyor: 


“ Sessizlik çöktü odaya. Kahredici, kör edici, keskin bir sessizlik cirit atıyordu odada meydan okurcasına. Ayhan’ın gözlerine baktıktan sonra omuz silkip cüretkâr bir biçimde sahiplendi odayı, yok saydı Ayhan’ı. Bütün kanatlarını açıp var gücüyle bağırdı Ayhan’a doğru. Alay etti, güldü, kahkaha attı. Kibrinden geçilmiyordu. Ayhan kulaklarının uğuldadığını sandı; sessizlik ağzından girip burnundan çıkarken duyuyordu sesini. Ayhan, göz kapaklarını yavaşça açıp kaparken, bunun ciddi bir meydan okuma olmadığına kanaat getirdi; sessizlik cesaretlendi. Zehirli dişlerini Ayhan’ın şah damarına geçirmek için uygun zamanın geldiğini fark etti. Havada bir perende atıp saldırmak üzereyken köşedeki kurumuş saksıdan ‘Çıt’ diye bir ses geldi. Kurumuş dal kırılmış düşmüştü. Ayhan dönüp baktığında küçük dal parçası yerde hâlâ sallanıyordu. Birkaç saniye sonra durdu sallantısı.” (s. 215-216)

"Kar Suyu"  eleştirel/toplumsal bakışla oluşturulmuş meraklı ve heyecanlı kurgulara ilgi duyanlara seslenen sıra dışı bir polisiye roman...

                                                                                                     HÜLYA SOYŞEKERCİ

                                                                                                              27.01.2013

KADIN YAZARLAR DERNEĞİ'NDEN LEYLÂ ERBİL'E ONUR ÖDÜLÜ

$
0
0










Kadın Yazarlar Derneği, 5. Onur Ödülü’nü Yazar Leylâ Erbil’e verdi. 17 Kasım 2012'de gerçekleşen törene, Leylâ Erbil rahatsızlığı nedeniyle katılamazken, ödülü, yazarı temsilen Erbil’in yakın arkadaşı yazar Hülya Soyşekerci aldı. 


Türkan Saylan Alsancak Kültür Merkezi’nde yapılan törende KYD Üyesi Derya Şaşman Kaylı, bir okur olarak Leylâ Erbil’i değerlendiren bir konuşma yaparken, KYD’yi temsilen Sevim Korkmaz Dinç bir konuşma yaptı.

Yazar Leylâ Erbil’in mesajını ise, Onur Ödülü’nü adına alan yazar-eleştirmen Hülya Soyşekerci okudu. 

Leylâ Erbil’in mesajı şöyle: 

"Sevgili dostlar,

Erkek egemenin savaşlarla, sömürülerle  kararttığı dünyanın tek kurtarıcıları olan kadın dostlarını saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Bastırılmış kadın bilinci, tarih öncesinden bugüne kendi yasalarını uygulayarak sürüyor. Marx’ın aydınlık söylemleri,  tüm mücadelelere karşın,  emek sömürüsünü  egemenlerin elinden alamadı.

Ayrıca, özellikle bizim gibi İslam’ı kendilerine referans yapmış  diktatörlerin eline düşen ülkelerde kadın ölümleri, kadın tecavüzcüleri, küçük  oğlan çocuklarının  kız çocuklarının  cinsel sömürüsü on yıl öncesine göre katlanarak sürüyor. Bu, bize şunu gösteriyor; dinle, taassupla bir toplum yönetilmeye kalkıldığında ahlaki yaşam geriliyor!

Gerçekten tüm istatistikler de bu savı doğruluyor. Karşımızda   aşılması gereken bir gerici güç var. Kendimizi her an yeni bir dalganın kucağına atılmış buluyoruz… 
Bu  bir kader değildir.

Kötülük, gerek anlamsal gerekse mitik düzeyde yok olmaya yazgılıdır. Bu yüzden özellikle kadınların bilinçlenmesi önde geliyor. Onların atacağı her adım toplumu özlenen  hedefe yaklaştıracaktır.

Sevgili İzmirli dostlar,

Sağlık sorunlarım nedeniyle aranızda olamadığım için gerçekten üzülüyorum. Bana göstermiş olduğunuz yakın ilgi ve sevgiden onur duymaktayım. Bu etkinliklerin biz kadınlar için ne kadar önemli olduğunun farkındayım.

Hepinizi sevgilerimle kucaklıyor, çok teşekkür ediyorum."

Leylâ Erbil

 Kadın Yazarlar Derneği bugüne kadar Leylâ Erbil’in yanı sıra, Türkan Saylan, Getrude Durusoy, Sennur Sezer ve Gülten Akın’a da onur ödülü verdi.

(Kaynak: KYD Kadın Yazarlar Derneği internet  sitesi- http://www.kadinyazarlardernegi.org.tr )




   
Leylâ Erbil, evinde çiçekleriyle

Fotoğraf: Hülya Soyşekerci



KAFKA’NIN AYNASINDA BİR ROMAN “KARTAL YUVASI”

$
0
0



Anna Kavan, ülkemizdeki okur kitlesinin önemli bir kısmına oldukça yabancı gelen bir ad. Yazarın1957’de yayımlanan romanı Kartal Yuvası, yıllar sonra, Roza Hakmen’in çevirisiyle ülkemiz okurlarıyla buluştu. Franz Kafka’nın olağan dışı düşsel dünyasına ilgi duyanların, Anna Kavan’ın en Kafkaesk romanı olduğu belirtilen Kartal Yuvası’nda birçok derinlikler bulacakları kuşku götürmez bir gerçek…


Anna Kavan, yaşamındaki tragedyayı romanlarında en etkili biçimde yansıtan yazarlar arasında yer alıyor. Kafka’nın gerçek bir hayranı ve ardılı olan yazar, Helen Woods adıyla, varlıklı bir İngiliz ailesinin kızı olarak, 1901’de Fransa’nın Cannes kentinde doğdu. Daha sonraları, Beni Rahat Bırak adlı romanının başkahramanı olan Anna Kavan’ın adını aldı. Yazarın bütün yaşamını pençesine alan bir ruh hastalığı nedeniyle gelişen eroin bağımlılığı, bir türlü yakasını bırakmayan intihar saplantısı ve üç intihar girişimi, iç acıtan gerçekler olarak karşımızda duruyor. 1968’de Londra’daki evinde, elinde şırıngasıyla ölü olarak bulunan Anna Kavan,  yaşadığı bütün kırılmaları,  düşle gerçeğin iç içe geçtiği, sık sık birbirine dönüştüğü metinlerinde dile getirirken, bir taraftan da varoluşu sorgulamaya, anlamsızlıktan anlamlar çıkarsamaya çalıştı.   


Anna Kavan, yaşamı boyunca çocukluğundaki soğuk, itici, uzak ve bencil anne imgesiyle uğraştı. Bu imge, onun ruhunda derin travmalara neden olduğu gibi, bu travmalardan doğan yapıtlarına da yansıdı. Franz Kafka’nın çocukluğunu bir kabusa dönüştüren katı ve kuralcı babası, yazarın, Dönüşüm romanında bir sabah yatakta kendini bir böcek olarak bulan Gregor Samsa’nın tragedyasını yaratmasındaki bilinçaltı etkenlerden biriydi. Anna Kavan’da ise uzak ve sevgisiz anne, yazarın yaşamı ve yapıtlarında gizemli ama başat kişilik olarak yer alır. Sevgisiz, baskıcı anne ya da babanın temsil ettikleri, toplumun bireye küçük yaştan itibaren dikte etmeye çalıştığı katı kurallar ve içi boşalmış değerlerdir aslında. Toplumsal çürüme, toplumun bireyi yok sayması, bürokrasinin ve paranın egemenliğindeki anamalcı sistemin çeşitli mekanizmalarla bireyi ezerek onun yaşama hakkını elinden almaya çalışması, hem Kafka’nın hem de ardılı Anna Kavan’ın dile getirdiği gerçeklerdir.


Milan Kundera, Roman Sanatı adlı yapıtında Kafkaesk’i irdelerken, bir taraftan da Kafkaesk durumu yaratan koşulları gösterir: “Modern tarihte geniş sosyal boyutlarda Kafkaesk üreten eğilimler var: İktidarın gitgide merkezileşerek kendini kutsallaştırma eğilimi göstermesi; bütün resmi kurumları, ucu bucağı olmayan labirentlere çeviren sosyal etkinliklerin bürokrasiye hapsolması; bunu sonucu olarak bireyin kimliksizleştirilmesi…” (s.121) Kafka’nın romanlarında mantıkla açıklanabilen durumlar yok denecek kadar azdır. Mutlak bir bilinmezlik, yapıtın tümünü kapsar.“ O, ‘Kafkaesk’ Bir Roman mı?” başlıklı yazısında Yalçın Armağan şunları belirtiyor: “Kafka’nın yapıtlarındabilinmezlik çemberi kırılmaz… Kafka’nın kahramanları tam bir huzursuzluk içindedirler ve dingin bir noktaya gelmeleri, yaşanan dünyada pek olası görülmez. Kişilerin kendi kişiliklerini bulmak gibi bir yönelimleri yoktur. Bilinemezin biçimlendirdiği yaşamda mutsuzluk egemendir.”( s.4-5) Anna Kavan’ın yapıtı Kartal Yuvası’nda da huzursuz, iletişimsiz,  yapayalnız birey, kendi varoluşunu sorgularken, toplumla ve dolayısıyla içinde yaşadığı bürokratik, anamalcı sistemle yüzleşmeye çabalar. Bu koşullara karşı çıksa da her durumda kaybeden, bireydir. Kafka’ya göre yaşam, baştan kaybedilmiş bir savaştır. Kartal Yuvası’na anahtar sözcüklerle yaklaşırsak; iletişimsizlik, yabancılaşma, parçalanmış kişilik, bunalım, algıda kırılmalar, yanılsamalar, düşle gerçeğin sınırlarının silinmesi, belirsizlik, güvensizlik, kuşkuların ağıyla örülen kaotik bir dünya… ilk akla gelen sözcükler oluyor. “Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı.” sözü Kafka’ya mal edilir. Toplumun tüm kurumlarıyla bireyi tutsaklaştırmasını vurgulayan bu cümle, Kafka’nın bütün yapıtlarını da tematik olarak özetler.


Anna Kavan’ın Kartal Yuvası’nda, başarılı bir iş yaşamından “saçma” bir nedenle (kur’a sonucunda) ayrılmak zorunda bırakılan anlatıcı, bir iş ilanının ardına düşerek kendine yeni bir yaşam kurma düşüyle, “Yönetici” dediği yeni işvereninin kütüphanesinde çalışmak üzere yola çıkar. Sıra dışı bir yolcuğun sonunda olağanüstü bir mekana, akıl ve zaman dışı bir yere; Kartal Yuvası’na gelir. Burası coğrafyasıyla; dağları, kayaları, ağaçları ve atmosferiyle son derece ürkütücü, ürpertici bir yerdir. Aynı zamanda bir ressam olan Anna Kavan’ın anlatımıyla, soğuk renklerle yaratılan bir atmosferin içinde yükselir Kartal Yuvası. Kendine göre kuralları ve geleneği olan bu yerde çok farklı olaylarla karşılaşır anlatıcı. Kartal yuvası, esas olarak, anlatıcının kendi benliğini, iç dünyasını, bilinçaltı karanlıklarını, bilinmeyen ruhsal derinlik ve labirentlerinin karşı konulmaz gizemini anlatan bir metafor. Bazen de ölüm gerçeğine yakın duran bir oluşum. Kartal yuvası, bir “şato” gibi yükseliyor anlatıcının bilinçaltındaki sarp kayalıklarda.


Bir kabusun içine girer gibi oluyoruz okudukça. Yazarın patolojik ruhsal dünyası satırlar boyunca gözlerimizin önüne seriliyor. Yapıtta, ruhsal hastalık olgusunun dış’tan değil; iç’ten anlatılması; yazarın eğrilmiş dünyasının okurda yarattığı sancılar, romanı özgün kılan etkenlerin bence en başında yer alıyor. Kişiliğin parçalanma sürecinde yaşananlar içimizi ürpertiyor:
“ Sanki birdenbire her zamanki mantıklı benliğimden ayrılmıştım; o, gölgelerin arasına çekilmiş ve kendisiyle iletişim kurmama imkan bırakmamıştı; öte yandan bir başka “ben” dizginleri ele almış, bütün dış görünüşlerin aldatıcı, kafamdaki düşüncelerin bile muğlak olduğu başka, daha esrarengiz bir düzlemde hareket ediyordu.” (s.8)Roman metni boyunca anlatıcının ve dolayısıyla yazarın bakış açısından izliyoruz olayları. İçinde görüntü katmanlarının yer alması; yüzlerin, şekillerin, çizgilerin birbiri içinde zamansal ve mekansal geçişler yaparak bir görünüp bir kaybolması; düş ve gerçek arasındaki sınırın eriyip yok olması, romanın özgün ve çarpıcı dünyasını oluşturuyor. Kartal Yuvası’nda anlatıcının bilinçaltını dışa vuran, gerçeküstücü görünümlerle sık sık karşılaşıyoruz: “Yönetici’nin uzun silueti gökyüzü fonunda dalgalarla boğuşan bir geminin direği gibi sallanıyor, bense çaresiz ve sessiz, tepesine şoför kepi oturtulmuş bir telgraf direğinin bana yaklaşmasını seyrediyordum.” (s.31) Bu anlatımların, Kafkaesk’in özelliklerden biri olan acımasız bir mizah duygusunu yarattığını da belirtmek mümkün.


Kaynağında işini kaybetmekten doğan güvensizlik ve boşluğun yer aldığı ruhsal karmaşa, bütün romana damgasını vuruyor. Anlatıcının,“Yönetici”nin olumsuz tutumu karşısında hissettiklerini dile getiren cümleleri, Kafka’nın roman kişilerinin bürokrasi karşısındaki çaresiz durumuyla örtüşüyor: “Ansızın çepeçevre güvensizlik uçurumlarıyla kuşatılmıştım; birkaç iyi niyetli cümle ve muğlak bir yardım vaadiyle aşılmayacak kadar derin ve geniş uçurumlar. Artık aramızda bir iletişimsizlik vardı. Hayatı istikrarsızlık temeli üzerine kurulu hale gelmiş olan ben, hayatı boyunca tek bir an güvensizlik yaşamamış olan bir adamla gerçek bir temas kurmamın mümkün olabileceğini nasıl düşünmüştüm?”(s. 134) Hayatının istikrarsızlık temeli üzerinde kurulduğunu dile getiren anlatıcı, Kundera’nın deyimiyle “bütün varlığı bir hatadan ibaret olan” Kafka kahramanlarıyla benzeşiyor.


Aklın, akıl dışıyla buluştuğu bu romanda, Kafkaesk’in unsurlarından anlamsızlık, umutsuzluk, bireyin toplumun dişlileri arasında ezilip yok olması, yalnızlık ve yabancılaşma olgusuna geniş yer verilerek, “Yönetici”nin davranışıyla temsil edilen bürokratik açmazlara, sistemin çelişkilerine göndermeler yapılıyor. Yolculuk metaforuna yer verilerek, varılan son noktada bireyin tutsak kalmasının, kurtulamayışının kabusa dönüşen yaşantıları dile getiriliyor. Bence, roman kurgusunun kendi içine kapanması, anlatıcının Kartal Yuvası’ndan kurtulma şansının olmadığını da imlemektedir. Bütün bu yönleri nedeniyle Anna Kavan’ın en Kafkaesk romanı olarak nitelendirilen Kartal Yuvası, son yıllarda baş döndürücü bir hızla gelişen iletişim teknolojilerinin belirlediği dünya içinde yaşanan iletişimsizliği ve yabancılaşmayı, yıllar öncesinden sezinleyen Kafka’nın yaratıcılığının izini süren, psikolojik, gerçeküstücü ve varoluşçu bir roman olarak, her sayfasında düşüncelerimizi biraz daha derinleştiriyor…


Notlar:

Milan Kundera,Roman Sanatı, Çev: Aysel Bora, Can Y. İstanbul, 2002.
Yalçın Armağan,O,“Kafkaesk” Bir Roman mı?, Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Bölümü,ödev,                   www.bilkent.edu.tr


Varlık dergisi Ocak 2007 sayısı

HÜLYA SOYŞEKERCİ



































-3-

DENEYSEL ve ÖZGÜN BİR ROMAN “EYLÜLÜN GÖLGESİNDE BİR YAZDI”

$
0
0








"Gerçek bir sanat yapıtının, roman olsun, şiir olsun, resim olsun, her zaman anlaşılamayan / açıklanamayan bir yanı vardır. Ola ki, onu sanat yapıtı yapan nitelik de bu yanıdır. O yapıtı anladığımız ölçüde, bu gizeminin ayrımına varırız. Ayrımına varmak-söylemek gerekli mi-gizi anlamak ya da kavramak değildir. Açıklamak ve çözümlemekse hiç değil. O gizemin varlığını duymaktır. İşlevini en iyi yerine getiren eleştirmen, denemeci, bu gizi açıklamaya kalkmaz; olsa olsa bize o gizin varlığını duyurur. Daha da ileri gideceğim, sanatçının kendisi de o gizi açıklayamaz bize. Çünkü sanat yapıtı, yazarını, şairini, ressamını aşarak gerçekleşir..."

Ferit Edgü / Mart 1985


Ferit Edgü,  özgün yapıtlarıyla, biçim ve içerik deneyleriyle sıra dışı ve minimalist bir edebiyat anlayışının ülkemizdeki öncülerinden biri oldu ve bu bağlamda birçok kısa öykü ve novellaya imza attı. Az sayıda sözcükle kurduğu metin yapılarında, yoğun anlamları dar bir alana sığdırarak, suskunun içinde çoğalan içsel anlam yankılarına kulak vermesini sağladığı okurunu, gerçek bir anlam yaratıcısına dönüştürmeyi başardı. Onun yapıtlarına, bu derinliğin yanı sıra görselliğin getirdiği yeni biçimsel deneyimlemeler de ayrı bir zenginlik kazandırdı.


Ferit Edgü’nün yazınsal dünyasını en iyi temsil eden eserlerden biri de Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı adlı kısa romanı.  Dr. Mutlu Deveci tarafından, Ada dergisinin 10. sayısında “Ferit Edgü ile sanat, edebiyat ve dil üzerine” başlığıyla gerçekleştirilen söyleşide, bu kitabının hangi edebi türe dâhil edilebileceği sorusunu şöyle yanıtlıyor Ferit Edgü: “Ne öykü, ne roman. Türkçe'de karşılığı anlatı. Ama anlatıda, anlatmak var, dolayısıyla ben, bu yapıtım için bu sözcüğü pek uygun bulamadım. Roman değil de, romana yakın anlamında romansı dedim, ama tutmadı. Dilerseniz, küçük, kısa öykü gibi küçük roman diyelim.”  


Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’nın öncü ve özgün nitelik taşıyan birçok yönü olduğunu belirtmemiz gerekiyor öncelikle. Roman, üç ayrı bölümden oluşuyor. Bu üç bölüm birbirini tamamladığı gibi, aynı zamanda metnin birtakım katmanlara ayrılmasını da sağlıyor. I. bölüm, Çakır’ın Öyküsü adını taşıyor. II. bölümün adı ise Su Testileri. I. ve II. bölümün arasında Ara başlıklı bir bölüm yer alıyor. Ara bölümü, roman metnini üst kurmaca boyutuna açıyor.
Aynı söyleşide Ferit Edgü, romanının düşsellik ve görsellik niteliklerine de değiniyor: “Ben gerçeğin içindeki düşü ve düşün içindeki gerçeği aradım. Bize gerçek diye sunulanlar, önünde sonunda yazarın uydurduklarıdır. Ben özellikle romanlarımda görsel sanatlardan, sinemadan ve fotoğraftan yararlandım. Örneğin, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’nın birinci bölümü, tümüyle fotoğraflardan oluşmakta. Gerçeğin içindeki gerçeğe varmanın tek yolu kanımca düşten geçer.”


Genel olarak sanat ve edebiyat anlayışı içindeki düşsellik ve gerçeklik konusundaki düşüncelerini bu sözleriyle dile getiren yazar, düşün içinden geçen gerçeğin ve gerçeğin içinde gizlenen düşün ardına düştüğünü ifade ederek, roman ve öykünün her şeyden önce bir kurmaca ve bu kurmacanın asıl mimarının da yazarın imgelemi olduğunu sezdiriyor. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdıromanının, fotoğraf anlatımlarından oluşan I. bölümüne; Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’ne dikkatlerimizi çekiyor.


Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü öncesindeki sayfalarda, anlatıcı-yazarın Çakır’ın öyküsünü yazma serüvenini, bu öyküyü yazmaya bir türlü cesaret edemeyişini okuyoruz öncelikle.  Romanın ilk sayfalarında yazarın(anlatıcının) bir “yazan kişi” olarak kaygılarını, sözcüklerle anlam alışverişini, dilin olanakları ve sınırlarını keşfetme çabalarını, yaşadığı sıkıntı ve tereddütleri dile getirdiğine tanık oluyoruz. Yazdıklarını yayımlatma konusundaki çekingenlik ve korkularını şöyle ifade ediyor: “İnsan yayımlamadığı sürece düzeltebilir. Düzeltmek demek, özeleştiri demektir. Yayımlandıktan sonra böyle bir olanak yok. Bu durumda, eleştirileri sineye çekmek gerek. Göğüs germek gerek. Ya da aldırmamak. Ama yayımlamak aldırmak demektir. Oysa eleştirilere aldırmayan, onlara göğüs geren, sineye çeken hiç kimseyi görmedim. Bu da beni korkuttu. Yazdıklarımı önemseyip değerseyip yayımlarsam, dışarıdan gelen eleştiriler, haklı olsalar da beni yaralar ve ben de yaramı sarmak için kendimi, yani yazdıklarımı savunmak zorunda kalırım diye yayımlamadım.”  (s. 10) Anlatıcı yazar, yayımlamadığı sürece yazılarına en ağır eleştirileri kendisinin yaptığını ve bundan hiç yara almadığını belirtiyor ve dolayısıyla kendini kimseye; özellikle de okura karşı savunmak durumunda kalmadığını içtenlikle ifade ediyor. Burada, yazarın yazma ve yayımlatma; yayımlatma sonrasındaki olası eleştirilerle ilgili kaygı ve tereddütlerini okurken, pek çok yazarın yaşadığı bu psikolojinin derinden duyumsatıldığını fark ediyoruz. Elli bir yaşına gelmiş olan anlatıcı yazar, kırk yıl öncesinde, kendisi daha on yaşındayken ölen Çakır’ın öyküsünü şekillendirmeye çalışıyor böylece.


Çakır, kambur, yoksul bir arabacıdır. Anasız babasız büyümüştür; hayatta hiç kimsesi yoktur; en büyük varlığı ve aşkı atlarıdır. Ev içinde değil de atlarıyla ahırda uyumayı yeğler. Anlatıcının belirttiğine göre, Çakır, babasının yanında çalışan biridir. Çocukluğu Çakır’la bir arada geçen anlatıcı, onun dünyasını sözcükler dünyası içinde anlatmayı seçtiğinde, aslında Çakır’ın yazıda yaşamak isteyen biri olduğunu anımsar. Öyle ki, uzun kış gecelerinde Çakır ona masallar anlatmış, sanki ileride yazacağını bilerek, yazmasını isteyerek anlatmıştır onları. Çocuğun, bu masalları defterine değiştirerek ve yepyeni düşler katarak yazdığını görünce babasına şöyle demiştir Çakır: “Bey, biliyor musun ki garip bir oğlun var, ona her anlattığım masalı değiştirerek yazıyor defterine.” (s.10) Çocuğun büyük bir adam gibi yazdığını keşfetmiş ve babasına bu durumu söylemiştir. Ancak baba bu konu üzerinde hiç durmamıştır bile. Anlatıcı, “daha o yaştayken, kendisini ve yazdıklarını ciddiye alan, geleceğinin sanki elinde olduğunu sezen” bir insan olarak anımsıyor Çakır’ı. Sevgiyle doludur Çakır; sadece atları değil insanları ve yaşayan her şeyi sever. “…yaşamın içinde öylesine bir yer edinmişti ki kendisine, sanki bu ülkenin, hatta bu dünyanın insanı değildi.” (s.13) diye nitelendirilir anlatıcı tarafından. Onunki anlatıcıya göre biraz “çakırkeyif” bir yaşamdır.


Çakır’ın hayatında hiç fotoğraf çektirmediğini, çektirmek zorunda kalmadığını keşfetmek, anlatıcıya yepyeni bir bakış açısı kazandırır. Çakır’ı düşlediği kimi fotoğraflar içindeki halleriyle anlatacak, betimleyecektir: “Çakır’ın yaşamından ölümüne değin yüzlerce çekilmemiş fotoğrafı gözlerimin önünden geçiyordu. Bu var olmayan fotoğrafları var etmek için sözcüklere başvuracaktım.” (s.15) Böylece, Çakır’ın odakta yer aldığı bir “foto yazarlık” çalışması yaparak, bir “sözcük albümü” oluşturmaya başlar. Bundan sonra Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nü okumaya ve sözcüklerle kurulan fotoğraflar içinden Çakır’ın yaşamını görsellik boyutlarıyla izlemeye başlarız. Düşlediği bu albümü hiçbir zaman yayımlayamayacağını belirten anlatıcı, böylece hiç kimsenin gözünü boyamış olmayacağını söyler ve devam eder: “Hem boyasam da ne çıkar? Çakır’ın yaşamı bir masal değil miydi? Bugün, masalın yerini, foto-romanlar aldığına göre…”(s.16) Böylece, numaralı fotoğrafları sırayla okumaya başlayınca Çakır’ın trajik yaşamını da “görmeye” başlarız.


Sözcüklerden oluşan bu foto- albümün ilk sayfasında, iki yaşlarında, terk edilmiş, üstü başı toz toprak içinde, bakımsız ve sakat bir çocuğun fotoğrafını bir gazete sayfasında görür ve alt başlığı okuruz: “Sokak ortasına terk edilmiş bir çocuk bulundu. Kimliği meçhul sakat yavru, Darülaceze’ye teslim edildi.” (s.17) Yazar Ferit Edgü, anlatıcısı aracılığıyla ilginç bir yazınsal deneye imza atıyor böylece. Kahramanı Çakır’ın yaşamından an’ları birer fotoğraf karesi içine alıp donduruyor; bunu dilin sözcüklerini en yalın ve en özlü biçimde kullanarak gerçekleştiriyor. Fotoların siyah- beyaz olması nedeniyle, pek fazla rengin anılmadığı; ama sezdirildiği görülüyor. Mesela, Çakır’ın karpuz sergisi başında çekildiği “düşlenen” fotoğrafında kırmızı söylenmese de başka sözcüklerin yarattığı çağrışımlar yoluyla duyumsatılıyor: “Sağ elindeki bıçağı karpuza batırmış. Karpuzun kan gibi çıkacağından emin.” (s. 18)


Sonrasında her fotoğrafta Çakır’ın yaşamından ayrı bir dönemin aydınlandığını görüyoruz. Annesinin mezarı başındayken, girdiği çeşitli işlerin başındayken (balıkçılık, turşuculuk, helvacılık…) Fotoğraflarda ya tezgâh başında ya da sergide dururken gösterilir Çakır. Bir yanlışlık yüzünden başının belaya girmesi, adam yaralamayla suçlanması ve gazetede yer alan elleri kelepçeli fotoğrafı… Pazar kayığında küreklerin başında müşteri beklerken… Bir kır yemeğinde, anlatıcının babasıyla yan yana… Atıyla birlikteyken… Atlarla uğraşırken… At arabacılığı yaparken… Arabanın yükleri ağır, kasketini başının arkasına atmış, köylü sigaralarından birini yakmak üzereyken… Süslü bir arabayla faytonculuk yaparken… Ahırın önündeyken… Düş kurarken… Çocuk anlatıcıya masal anlatırken… Bunlara benzer nitelikte, hayattan pek çok an, pek çok tablo… Sona doğru, Dr. Josef’i Çakır’ı muayene ederken gösteren bir fotoğraf. Dipnotta Fransızca olarak verilen kötü haber: Ne yazık ki çok geç kalınmıştır, Çakır’ın ciğerleri berbattır… Sonraki iki fotoğrafta Çakır’ın ölüm döşeğindeki gülümseyen hali ve son anlarında atının onun yanında yer alması gösterilir. Atın gözlerinde, yaşanmış bir hüzün vardır… Çakır’ın son anlarında gülümsemesi karşısında sorular çoğaltır anlatıcı: “Gülümsüyor. Bana mı? Anlatacağı masala mı? Yoksa birazdan ardında bırakacağı yaşama mı? Yoksa soluğunu ensesinde duyduğu ölüme mi?” (s. 46) Böylece, Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nün son fotoğrafını da görmüş ve Çakır’ın hazin hikâyesini tamamlamış oluruz.


Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü’nde, olaylardan ya da bir olay örgüsünün varlığından söz etmek olanaksızdır; burada Çakır’ın yaşadığı olaylar, an’lara indirgenmiş; anların, parçalar halindeki yaşam kesitlerinin yazınsal ve görsel bir dil üzerinden kurgulanması gerçekleştirilerek, parçalı bir yapı içinde Çakır’ın yaşamına spot ışıkları tutulmuştur.


Bu bölümden sonra, Ara başlıklı, italik harflerle yazılmış başka bir bölüm geliyor. Bu bölümün sayfalarında okur olarak bizi bir sürpriz beklemekte. Anlatıcı, Ara bölümüne şöyle başlıyor: “Çakır’ın öyküsünü, yıllar önce bir sabah Boğaz vapurunda tanıştığım yaşlı bir adama borçluyum.”  (s. 51) Anlatıcının cümleleri art arda eklenir ve anlarız ki Çakır’ın öyküsünün asıl sahibi vapurdaki yaşlı adamdır. Yıllarca bu öyküyü yazmak istemiş, Çakır’ı ve masallarını kendi içinde taşımış ve yaşatmıştır. Bu durumda Çakır’ı asıl tanıyan, onunla yaşayan kişi yaşlı adamdır. Anlatıcı, yaşlı adamdan dinlediği bu öyküyü dillendirmiş, nakletmiştir bize. Böylece, birbiri içinde yer alan iki ayrı kurgunun varlığından söz etmek mümkündür. Anlatıcı, başta dile getirdiklerini aslında yaşamadığını,  yaşlı adamdan dinlediği öyküyü anlatmış olduğunu belirterek okuru şaşırtır. Bu durumda okur “yabancılaştıran” bir metnin içine çağrılmış, anlatıcıların yer değiştirdiği bir kurgu oyununun içinde olduğunun farkına varması sağlanmıştır. Vapurdaki yaşlı adamın başka öyküleri de vardır. “Bir sabah yine böyle karşılaşırsak size Kıni’nin öyküsünü de anlatmak isterim. Hep yaşadım ben bunları. Hep tanıdım bu insanları. Ne yazık ki artık insanlarla ilgilenen, acı çekmesini bilen samimi yazarlar pek yok günümüzde. Ne yazık!” (s.53) diyen yaşlı adam, hayat, yazar, içtenlik ve edebiyata dair eleştirisini de dile getirir böylece. Anlatıcı, aradan geçen bir süre sonunda, yaşlı adamı vapurda göremeyince onun izini sürer, Hisar’daki balıkçı kahvesinde, uçtaki bir masada arkası dönük otururken görür onu. Yaşlı adam, “…içinde her şeyin olduğu ve hiçbir şeyin olmadığı, kimilerinin sonsuzluk dediği boşluğa bakar gibi” dir. (s.54) Anlatıcı, ihtiyarın olduğu masaya doğru ilerler. Ara bölüm bu noktada kesilir; anlarız ki ondan Kıni’nin öyküsünü de dinlemeye başlamıştır anlatıcı. Çünkü bir sayfa sonra Su Testileri adlı 3. bölüm başlamakta, Kıni, Esat, Fethi Baba gibi karakterler arasında geçen yeni bir öykünün satırları yer almaktadır. Artık, bu öykünün asıl sahibinin yaşlı adam olduğunun bilinci ve farkındalığıyla okumaya başlarız yeni sayfaları.


Su Testileri’nde bir suç ve şiddet öyküsünün sayfaları arasına gireriz. Kıni ve Esat çok yakın iki arkadaştır. Birlikte büyüyen bu iki arkadaşı, hayat Fethi Baba adlı karanlık işler çeviren bir adamın yanında er almaya, ona hizmet etmeye sürüklemiştir. Kıni, Esat’ın, kız kardeşi Zehra’yı sevdiğini öğrendiğinde Esat’a oraları terk edip gitmesi gerektiğini söyler. Aslında Kıni bu beraberliğe karşı değildir; ancak Fethi Baba’nın böyle bir durumda Esat’ı yaşatmayacağı düşünerek kaygılanır. Esat, elindeki malları satarak kaçacağını söyler. Bu arada el ayalarını bıçakla kesen iki arkadaş kan kardeşi de olurlar. Ancak Fethi Baba, Esat’ın ortadan kayboluşunu hemen fark eder; adamlarına Esat’ı aratmaya başlar; onun izini sürer. Kıni’yi de bildiklerini söylemesi için sıkıştırır. Esat kaçmaya çalışırken Canan adındaki bir büyücünün evine sığınır. Ancak, ne olduğu bilinmeyen ağır bir hastalığın pençesindedir; ateşlenir ve sürekli kâbuslar görür. Canan, ölüm döşeğindeki Esat’ı iyileştirmek için çırpınır. Bu bölümde, okur olarak sanki bir masal dünyası içindeymişiz gibi hissederiz kendimizi.  Sonrasında olaylar hızla gelişir ve bir trajedinin içinde yol almaya başlarız.


Su Testileri bölümünün en önemli özelliği; olayların tek anlatıcı aracılığı ile değil, öyküde yer alan bütün kişilerin sesleri, kendi anlatımları,  farklı bakış açıları ve iç konuşmaları yoluyla anlatılmasıdır. Anlatı, ara sıra diyaloglarla da beslenerek anlam ve anlatım açısından zengin, çok sesli, senfonik bir metin yaratılmıştır.


Bu bölümde en çok dikkat çeken noktalardan biri, kişilerin iç konuşmasında eksik bırakılan, tamamlanmamış cümleler aracılığıyla okura zengin bir çağrışımlar dünyasının kapıları açılması ve metnin anlamlarının çoğalmasının sağlanmasıdır. Yazar, olayları bilinçli olarak çözümsüz bırakır; belirsiz ve netlik kazanmayan anlatımlar sunarak ve boşluklar bırakarak, çözüm ya da sonuçları okurun imgelemine bırakmayı yeğler. Kişilerin her birinin iç konuşmaları da onlara ruhsal derinlik kazandırmakta, böylece sayfalarca sürebilecek ruh tahlillerine gerek kalmadan, kısa ve etkili bir yoldan gidilerek, kişilerin iç dünyasının labirentlerinde dolaşma olanağı sağlanmaktadır okura.


Bu bölümde toplumdan dışlanmış Büyücü Canan karakteri,  sevgi dolu ve özverili iç dünyasıyla insanların önyargılarındaki yanlışlığı gösteriyor. Fethi Baba gibi suça bulaşmış, karanlık kişilerin iç dünyasındaki öfkeye, onun iç konuşmaları aracılığıyla ayna tutulmuş oluyor.


IX başlıklı kısımda üç ayrı anlatımın( 1. tekil, 2. tekil ve 3. tekil kişi anlatımı) aynı kısımda bir arada yer alması,  X. başlıklı kısımda Canan’ın iç konuşmasının arasında 3. tekil kişi anlatımına yer verilmesi, metne çoğul bakış açıları kazandırıyor. Aynı olguyu, durumu ya da olayı, farklı açılardan görme, algılama ve anlama olanağı buluyoruz böylelikle. Ferit Edgü’nün asıl istediği bu; okura gerçekliğin farklı yüzlerini değişik açılardan göstermek, yorumu ve değerlendirmeleri okura bırakmak… Yazar, her şeyden önce has edebiyatın içinde yer alan estetik değeri yüksek, öncü ve özgün bir metin yaratmayı amaçlıyor ve bu amacına Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı gibi sıra dışı bir roman metniyle ulaşmayı başarıyor.


Son bölümde yer alan bazı sayfalarda, tekrarlanan sözcükler ve cümleler görülüyor. Bu tekrarlarla metne şiirsellik kazandırılıyor ve anlamların güçlenmesi sağlanıyor. Bir suç ve şiddet öyküsünün bu denli estetik formlar içinde oluşturulması, farklı bir deneysel çaba olarak da ilgi uyandırıyor.

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, minimalist ve deneysel yazın anlayışına göre kurgulanmış yaratıcı metinlerin en dikkate değer olanlarından biri olarak edebiyat tarihimiz içinde hak ettiği yeri şimdiden almış durumda. Az sayıda sözcükle konuşan derin bir edebiyatın izini süren yaratıcı okurlar, bu değerli romanın içinde kendilerine seslenen sonsuz ve sınırsız bir yazınsal evrenin varlığını keşfedecekler…

HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com



(Ferit Edgü, “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı”, Sel Yayıncılık, 2012)


(Edebiyat Haber sitesinde yayımlandı.)

http://www.edebiyathaber.net/yaraticilikla-dolu-deneysel-ve-ozgun-bir-roman-eylulun-golgesinde-bir-yazdi-hulya-soysekerci/

LEYLÂ ERBİL'DEN DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ İÇİN SAPTAMALAR

$
0
0



"1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz, Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum. Onat’sa “Ben de o dili madrigallere dönüştüreceğim…” diyor. 

Bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, “kendi için varlık olma” durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir.


Ataerkil dünyanın kadına biçtiği rol bilinçdışı belki ana rahminden başlayarak algılanıyor. Cinsiyet ayrımını ilkin bilinçsiz de olsa yaşıyorsunuz. Çok yakıcı bir şey, aşağılanma! Bu durumun dışına çıkma, özgürleşme, birey olma, “kendi için varlık” olma şansı, çok sayıda eril kategorileri aşmaktan geçiyor.


1960’larda televizyon evlere girdiğinde biraz daha demokrattı bilgi, şimdi ise insanlar arasındaki uçurum büsbütün derinleşiyor. Neredeyse eş dili konuşmaz oluyoruz.


Medya daha da devleşip, denetimsiz bir boyuta vararak, dünyamızı bir baştan bir başa, Medeia’nın alevden giysisiyle kaplayacaktır.


Önerilen ödünü; ünü, gücü, saltanatı görmezden gelebiliriz diyor gibiyim zaman zaman. Bir yazar gücü ne yapsın ki! Gerçek yazar güçten de ünden de utanır; nasıl bir dünyanın kendisine onun sunduğunun bilincindedir.

Halkın bildiği ise hüzünden çok ızdırap, çile, kahır ve zulümdür.

Bir yazarın yaşadıklarıyla sanatının birbirini yalancı çıkarmaması, iyi bir sanat ürününün ölçülerinden biridir. Tek ölçü olmasa da…


İnsan yaralıdır. Hasta ve deli dendiğinde içine “demon” olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayanarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek… Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metnini yaratmaktan başka; okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim.


Ölümler gördüm: Dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı!... Gene de duramadım, yazdım. Evet öyküler, şiirler ve roman… 


Ben sadece sesli düşünüyorum, yani yazarak…"


Not: Bu metin, Sayın Leylâ Erbil’in ağır hastalığı nedeniyle eline kalemin uzak düştüğü koşullarda, PEN yönetimine verdiği yetki ve izin sınırları içinde yapıtlarından yapılan alıntılarla Sabri Kuşkonmaz tarafından oluşturulmuştur.


ULUSLARARASI PEN YAZARLAR DERNEĞİ





İ

PEN ÖYKÜ ÖDÜLÜ LEYLÂ ERBİL'İN

$
0
0






PEN 2013 Öykü Ödülü bugün, Dünya Öykü Günü etkinliğinde Leyla Erbil'e verilecek.


İSTANBUL - PEN 2013 Öykü Ödülü’nü kazanan usta yazar Leylâ Erbil odaklı Dünya Öykü Günü etkinliği bugün İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde yapılacak.

Ödül töreninin yapılacağı etkinlikte Leylâ Erbil'in hazırladığı Dünya Öykü Günü Bildirisi de okunacak.

PEN Öykü Komitesi Başkanı Zeynep Aliye’nin öncülüğünde düzenlenen etkinlik Fransız Kültür Müdürü Bérénice Gulmann ile PEN 2.Başkanı Halil İbrahim Özcan’ın açılış konuşmaları ile başlayacak.

Leylâ Erbil'in hastalığından dolayı katılamadığı etkinlikte Nedret Öztokat, Cem Mumcu ve Onur Behramoğlu, Leylâ Erbil’in eserleri üzerine birer konuşma yapacak. Etkinlikte ayrıca Erbil, Camus ve Galeano’dan birer öykü paylaşılacak.

PEN Türkiye Yönetim Kurulu bu yıl PEN Öykü Ödülü'nün oybirliğiyle Leylâ Erbil'e verilmesini kararlaştırmıştı. Kararın gerekçesinde şu ifadelere yer verilmişti:

"Edebiyat alanındaki olağanüstü eserleri, laik ve demokratik bir Türkiye yönündeki mücadelesi için bir şükran ifadesi olarak 2013 PEN Öykü Ödülü'nü usta yazarımız Leylâ Erbil'e sunmaktan kıvanç duyuyoruz.

"Yaratıcılığını bugüne dek aydın sorumluluğu ve hiç eksilmeyen gençlik coşkusuyla beslediğini için kendisine teşekkür ediyoruz."

http://www.ntvmsnbc.com/




GECE’DEN TÜREYEN BİR KİTAP

$
0
0






Yıllarca resimle edebiyatı buluşturan, çizgileriyle kurgu dünyaları yaratan sanatçı Tuncer Erdem’in yeni yazı- desen albümü, Gece Kitabı adıyla yayımlandı. Gece Kitabı, Bilge Karasu’nun en önemli anlatılarından Gece’den hareketle; onun yazınsal dilde gerçekleştirdiklerini, görsel dilin olanakları içinde deneyimleyen sıra dışı bir çizgi- öykü; farklı bir yeniden üretim ve yaratım çalışması.


Bilge Karasu Gece adlı o müthiş eserinde, ruhunun derinliklerine işleyen 12 Eylül öncesi dönemi;  gecenin en koyu, en vahşi karanlığındaki ölüm, şiddet, korku, cinayet ve işkence hallerini etkili imgeler aracılığıyla dile getirdi.


Tuncer Erdem, çok katmanlı bir metin olan Gece’nin ilk bölümünü resimlemiş Gece Kitabı’nda. Erdem’in çizgi dünyasında gece başka karşılıklar da bulmuş; sanatçı, farklı bakış açısıyla Gece’nin anlamlarını görsellik üzerinden yeniden üretip kurgulamış. Erdem’in, Karasu’nun yazınsal metni Gece ile görsel sanatçı olarak kurduğu yakın ve bireysel ilişkideki görme biçimleri ve yorumlar, Gece metnini yeni anlam boyutlarına açarak sıra dışı bir çizgi- öyküye dönüştürmüş. Erdem, Karasu’nun Gece’sinden kendi iç dünyasına yansıyan ışığın peşine düşmüş; Gece’den gelen ışığın yaşamdaki karşılıklarını açılımlarken gölgelerin ve karanlığın da bütünsel ve aynı zamanda çelişik resmine ulaşmış.


Bilge Karasu, 1985’te yayımlanan Gece ile 1991 Uluslararası Pegasus Ödülü’nü alırken “Her yazın yapıtı, dünyaya, yaşama, dilin içinden bakmağa bir çağrıdır; her pencere gibi de belli bir açıdan, belli bir biçimde bakmağı önermektedir.” sözleriyle dil-yaşam-edebiyat arasındaki göreceli ilişkiyi özlüce dile getirmişti. Gece, farklı anlam ve kurgu katmanları içinde okunan, kendini zor ele veren, kendini dillendirirken bir anda darmadağınık eden bir anlatı… Anlatı sınırlarının sürekli değişmesi nedeniyle düşle gerçek, kurguyla yaşam arasındaki çizgilerin eriyip yok olduğu, her an yeniden oluşan, değişen, dönüşen, şekillenen ve yeni boyutlar kazanan, sonra o boyutları da yıkıp yok eden zorlu bir metin… Oluşurken, dağılırken yeni anlamlar etrafında toplanan anlatı ögeleriyle; gerçeği, edebiyatı, hayatı, dili sorgulayan Gece, çözülemeyenin, bilinemeyenin, anlaşılamayanın soyut düzeyde metinsel bir ifadesi; bunun yanı sıra insan soyuna ait en vahşi, en ilkel şiddet ve yırtıcılığın tekinsiz karanlıkta belirip kaybolan gölgesinin bir temsili…


İnsan zihni binlerce yıldan beri geceyi kötülüğün kaynağı olarak görmüş; geceye simgesel anlamlar yüklemiştir. Bu yönden değerlendirildiğinde,  Gece’nin evrenselliğe açılan, insanlığın en kadim kötülük hallerini vurgulayan bir yapıt olduğu belirtilebilir. Akşit Göktürk’ün Gece’nin önsözünde ifade ettiği gibi Gece, belli bir öykü, kişilikler, ya da nedensellikle işleyen bir olay örgüsü sunmuyor. Zaman ve uzay boyutları alışılmadık biçimde kullanılıyor. “Anlatının konusu olan yaşam görüntüleri de, anlatıcılar da, onlarla özdeşleşen yazar da, dil de dalgalanmalardan geçiyor, dış çizgiler, sınırlar sürekli çarpılıyor.”


Bilge Karasu Gece’de katı, kanlı, ölümcül bir dünya algısı içinden geçiriyor bizleri. Bir dönem yaşadığımız toplumsal karanlığın, geceye yüklenen anlamların en koyu halleriyle dile getirildiği bu müthiş anlatının Tuncer Erdem tarafından resmedilmesiyle oluşan Gece Kitabı, Bilge Karasu’nun anlatı metniyle paralellik gösteriyor. Erdem, Karasu’nun görsel özellikli dilini, kendi düş ve düşünce evreninde dönüştürüyor, Karasu’nun sözcüklerle yarattığı geceyi; siyah-beyaz birlikteliğindeki çizgilerle, ışık ve gölgelerle yeniden oluşturuyor. Anlatının/ anlatılanların sertliği ve uzlaşmazlığı siyah- beyaz kontrastıyla gösteriliyor bu deneysel çalışmada. Önce yazısız, sessiz, sözsüz bir girişle başlanıyor, grilerle yumuşak geçişler taşıyan bir yer ve yaşam tasarımı oluşturuluyor. Sonrasında Gece metninden alıntılanan cümleler eşliğinde Erdem’in Gece ile görsel sanatçı olarak kurduğu esinlenme yaşantısının sıra dışı kareleri başlıyor. “Gece yavaş yavaş geliyor, iniyor.” sözleriyle kente, kırsala, insanların yaşam alanlarına sessizce ve sinsice inen, çukurları doldurup ovalara yayılan geceyi kare kare dile getiriyor çizer.


Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı yerde, dil, gece karanlığında yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey oluyor ve karanlığın, gerçekliğe benzer tek yanının “konuşabilmesi” olduğu belirtiliyor. “İki kişi arasında, iki duvar arasında” konuşan karanlık, suskunun derinliğine açılıyor. Gece, yaşamı doldururken insanın en ilkel yanlarından başlıyor yükselmeye.  “Gecenin işçileri” çıkıyor sahneye. Gecede kol gezen, yaşamın kılcal damarlarında dolaşan şiddeti, korkuyu ve ölümü üretmekle, çoğaltmakla görevlidir onlar. Kendilerini gizleyen giysiler giyerler; kimseye görünmeden kötülüğü çoğaltırlar. Karanlıkta pusu kuranlar işkenceler yapar, cinayetler işler; genç insanlar hedeftedir her an. Gece, ölüm, zulüm, şiddettir; gece işçilerinin patlayıcı, delici, kesici, batıcı ölüm araçları vardır. Karelerde ölü hayvanlar da yer alır. Yerde yatan ölü bir kuş, Dali’nin eriyen zamanı imleyen tablosuna atıfta bulunur sanki. Yaralı, acı çeken genç insanlar vardır karanlık sokaklarda. Parkalı ölüler sessizce uzanır merdivenlerde. Gecenin işçileri, kendilerinden farklı gördüklerinin kapılarına belirsiz bir im koyarlar; işte o farklı olanlardır en vahşi şiddete uğrayanlar.


Tepelerden birindeki Düzeltmen’in neleri düzeltmeye çalıştığı net değildir. Yaşamı, insanı, metinleri; acaba hangisini düzeltmek ister? Düzeltmen gecenin en koyusunda tekinsiz kuşlar ve yaratıklar görür; gece yırtıcıdır; kemirgendir, ürkütücüdür. Çözümsüz ve çaresiz kalan Düzeltmen dili duyumsar, gecede yaşayan dili. Bilir ki, gece dilin üzerini de örterse karanlık her yere inecek, kötülükler iletişimsizlikle el ele verecektir; dilden ve anlamdan kopmuş baykuş ve yarasalardan başka bir şey uçuşmayacaktır artık. Düzeltmen kendi yalnızlığında daralıp boğulmaktadır.


Geceye gizlenen gece işçileri katmanlaşan karanlıklar içinde sessizce yürüyüp korku salarlar; onların asli görevidir korku salmak. Avlarını gözetleyip aniden saldırırlar, piranalar gibi vahşidirler, paramparça edip öldürdükleriyle can bulurlar. Gece gündüzü kemirir durmadan, bu yüzden insan yüzleri kaygı ve korkuyla doludur. Çengelde asılı duran, satırla doğranan etler, karabasanların içinden sayfalardaki karelere düşer.


Mekânlar, köprüler, genişlikler ve derinlikler korku çığlıklarıyla doludur; bir karede Tuncer Erdem’in Munch’ın Çığlık tablosuna göndermede bulunduğu sezilir. Çığlığı duyar gibi oluruz ama yüz yoktur, kaybolmuştur,  insansızdır yeryüzü. Silahları vardır geceyi üretenlerin; ıssız sokaktaki ölü gencin başında sinmiş bir köpek bekler. Gece yazılar yazılır duvarlara, ertesi gece başkaları bozar onları. Avı ağzında yırtıcı bir gece kuşu, çocuk masumiyetlerine üstten bakar. Gece işçileri, görevlerini yapmayınca ölümle cezalandırılırlar; ölmek ve öldürmekten ibarettir dilleri. Silahların,  kesici aletlerin, gözü bağlı ölülerin karanlığı yükselir sayfalarda. İnsanların robotlaşması, karşıtlıklar üzerine kurulan dünya ve savaş, tüm anlamsızlığıyla boy gösterir. Dipnotlarda yazınsal sorgulamaya açılan metin, yaşamsal gerçekleri görsellikte çoğaltmaya devam eder.


Şiddet, korku ve ölümün karanlıktan süzülen sert ve keskin görsel imgelerle dile geldiği kareler art arda ilerler. Bir sona ulaşamayan anlatı, belirsizliğe teslim olur, birden dağılır ama savrulmaz, başka bir anlam penceresinden bakar, yeniden üretir kendi gerçeğini. Ara sıra görünen güvercinler barışı ve umudu anımsatır. Duvara dayanmış, ürkütücü ve tehditkâr duruşlarıyla, kara gözlükleriyle geceyi çoğaltanlar öyle resmedilmiştir ki, gecenin imgelerinin hâlâ çok yakında yer aldığını düşünürüz ürpertilerle. Kareleri dolduran genç ölülerdir hüznün derin çağrışımlarını yaratanlar. Geceyi çoğaltanlara hükmedenler, yeni ve akıl dışı işkence deneyleri peşindedirler. Bıçak misali keskinleşen insan ve yırtıcı kuş bakışlarının yanında, yeni doğan bebekle simgelenen umut da varolmayı sürdürür. Karasu’nun sorguladığı çok önemlidir; “bir işkenceci katilin, öldürdüğü kanlı et kemik kütlesine bakışı nasıldır?” sorusu doldurur zihinleri. İnsanın en ilkel, kötücül ve yırtıcı yüzünü sergileyen anlatı, insanlığa dair umuda bir parça ışık düşürmeye çabalar, karanlığın öte yakasının aydınlık olduğunu sezdirir;  aslında gölgeyi yaratan da yok eden de ışığın kendisi değil midir?


Toplumsal, ruhsal ve yazınsal okumalara açık bir metin olan Gece, Tuncer Erdem’in Gece Kitabı ile yeni bir iç evrene açılıyor; bu evrende çizgi, figür, boyut, derinlik, ışık, gölgenin buluşmasıyla görsel bir senfoni oluşuyor. Sadece “yüreklerin kulaklarıyla”  işitilen bu ses insanın çelişkilerle dolu gizemli özünü dillendirmeye devam ediyor.


HÜLYA SOYŞEKERCİ

(TARAF KİTAP 15.02.2013)

 

 


Tuncer Erdem, Gece Kitabı, metin: Bilge Karasu, Metis Yayınları / Sanatlar ve İnsan Dizisi, Aralık 2012, 136 s.




"Gece, insanların içinde uyuklayan korkuları uyandırdı; onları uyanık tuttu. Onları, yani hem insanları, hem korkularını. Bunu açıkça söylemek gerek.
 İnsanın yalnız aydınlık, gün yaratığı olduğu da masal. Korkularını bastırıp —ister uykuya dalarak, ister göz kırpmayarak— sabahı beklemenin, sabaha gene de ulaşacağını, kavuşacağını ummanın hazzını, öteden beri, duya duya yaşadığını kim çıkıp yadsıyabilir?
Ancak gece ine dönüştür; ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. Kendisi de bir yalana dayansa bile." 
(Bilge Karasu-Gece'den alıntı) http://bocekyiyenpeygamber.blogspot.com/2012/08/gece.html


Viewing all 195 articles
Browse latest View live