Quantcast
Channel: "Hayaller ve Harfler"- Hülya Soyşekerci
Viewing all 195 articles
Browse latest View live

Joseph Conrad "DÖNÜŞ"

$
0
0
"İçsel ve psikolojik bir drama olan Dönüş, insanlar arası ilişkileri, çatışma atmosferlerini ve zihinden geçen düşünceleri anlatmakta dünyanın en usta kalemlerinden biri olan Joseph Conrad'ın anlatım derinliği ve gerçekçi kurgulanmış, yerinde ve düşündürücü çatışma sahneleriyle, insanlığın birbirine duyduğu hürmet, samimiyet ve güvenin altında yatan pek çok soruyu gündeme getiriyor. Zengin ve politik olarak da güçlü bir iş adamı olan Alvan Hervey, bir gün iş seyahatinden evine döndüğünde, eşinin, kendisini terk ettiğini bildiren bir mektup bulur boş evde. Yaşadığı derin iç bunalımı ve büyük çöküş, kısa bir zaman sonra eve geri gelen Bayan Hervey'in pişmanlığını belirtmesine rağmen, büyük bir çatışmaya dönüşür. Esasta sevgiye, sevilmeye hasret olan Bayan Hervey, bir oyun mu oynamıştır, yoksa gerçekten de terk etme amacıyla evden ayrılmış ama cesaret edemeyerek geri mi dönmüştür? Çevremizde, sevgisine sahip olduğumuz insanlara acaba ne kadar sevgi gösteriyoruz, onları ne kadar anlıyoruz? Bu büyük eserinde Conrad, bize kendi dünyamızı da sorgulayabileceğimiz önemli sorular hediye ediyor. Gerçekler, gözyaşlarının arkasına saklı kalan buğulu gözlerde yıkıcı birer acıya dönüşür. Peki, bir gerçek sizi ne kadar incitebilir? Yanıtı mı? Hervey'in zihninde..." (Basın bülteninden) "Dönüş" Joseph Conrad, Çev. Gizem Genç, Altınbilek Yayınları, Dünya Edebiyatı Kitaplığı, 112 sayfa, ISBN: 978-605-5831-23-3 Barkod: 9786055831223

Bu bahçeye herkes davetli...

$
0
0
10 Mart 1999’da seksen yaşındayken yitirdiğimiz Salâh Birsel, şiir, deneme, günlük, inceleme, mektup, roman türlerindeki eserleriyle, edebiyatımızda saygın yeri olan gerçek sanatçılardan. Özellikle yergi ağırlıklı ironik şiirleri ve her biri kültür hazinesi niteliğindeki denemeleriyle öne çıkan Salâh Birsel’in eserlerinde düşünce yoğunluğu ve eleştirel düşüncenin ağırlığı dikkati çeker. Onun eserlerini okurken; araştıran, yorumlayan, eleştiren, sorgulayan, karşılaştıran, çözümleyen bir düşünce insanının akla ve yüreğe seslenişini yakından duyumsar; yazarla birlikte tarihin, edebiyatın, kitapların dünyasına, düşünce ve düş labirentlerine dalıp gideriz. Salâh Birsel denemeyi “biraz öykü, biraz söyleşi, biraz iç dökmesi, biraz da şiirdir. En çok da şiirdir.” sözleriyle tanımlar. Ona göre deneme “yazının tadı çıkarılarak yazılan bir türdür, belki de tek türdür.” Salâh Birsel denemelerini felsefe eğitimi almış bir edebiyatçı olarak, bilgi ve bilgelik sevgisi ile yazar; yazılarına yaşamından bazı ayrıntılar ekler, okuduklarının bıraktığı izleri, okuduklarıyla ilgili duygu, düşünce ve yorumlarını okurla paylaşmayı önemser. Denemedeki “planlı gelişigüzellik” özelliği Salâh Birsel’in denemelerine damgasını vurur. Denemelerin, kendi deyişiyle “kahve söyleşileri gibi daldan dala konmasını ve başladığı yerde değil, başlamadığı yerde bitmesini” sevmektedir. Denemelerin güler yüzlü olması, içinde bir humour taşıması Birsel için çok önemlidir. İnce alay ve ironi, ona göre denemenin başlıca niteliklerindendir. Deneme aynı zamanda öğretici, düşündürücü ve ufuk açıcı olmalıdır. Yerli ve yabancı kaynaklardan çokça yararlanan, okuduklarını okurlarıyla paylaşmaktan keyif alan yazar, küçük yaşlarda İzmir Saint Joseph Lisesinde öğrendiği Fransızca sayesinde Batı kültürü eserlerinin derinliklerine ulaşır. Yazarlarımız arasında en çok okuyan ve okuduklarını eserlerine aktaran başlıca kişilerden olduğu söylenen Salâh Birsel için Vecihi Timuroğlu Yazınımızdan Portreler adlı kitabında şöyle yazar: “Her denemesinde en azından yirmi kitap ve yazar adı saymaktadır. Hem, onların salt adlarını yazmakla kalmıyor, yapıtlarını da kanıtlayıcı biçimde tanıtıyor.” Salâh Birsel deneme yazarının üslubuna dikkat etmesi gerektiğini belirtir; denemecinin dilin bütün inceliklerini kavramış olmasının önemine işaret eder. Ona göre deneme her şeyden önce biçem demektir; “biçem yani üslup yoksa deneme de yoktur.” diyen yazar, denemecinin şair gibi yazısına hiçbir gereksiz sözcük yaklaştırmadığını belirtir. Salâh Birsel, kendine özgü üslubuyla denemeye dair şöyle yazar: “Bir ‘bilgi kumkuması’ olan denemede, yazarın gördüklerinden, duyduklarından ve okuduklarından doğan bilgiler fışkırır. Bilgiyi yalnızca kitaplarda aramamalıyız, yaşamın içinde de bulmaya çalışmalıyız. Çünkü ‘en büyük bilgi kitabı’ yaşamdır. Yaşam yazarın önünde hasırcıarnavut karpuzu gibi koskoca ve dopdoludur. Yazarın onu kütletmesi, kütürdetmesi için bıçağı eline alıp yüreğine saplaması yetişir.” Salâh Birsel düş gücüne büyük önem verir; ona göre bir insanın düşünce, yaratma ve sonuç çıkarma gücünün gelişmesi için düş gücü şarttır. Yazar, düş gücünden yoksun olanları bilgelikten yoksun kişiler olarak görür. Salâh Birsel’in denemeleri güler yüzlüdür, ironiyle doludur. Edebiyat, sanat ve tarihin derinliklerinde, gizemli köşelerinde dolaştırır okuyanları. Öyle ki bazen günümüze bazen yüzyıllar öncesine uzanır; daldan dala konmayı pek seven yazarımızla birlikte harika bir zaman mekân yolculuğuna çıkarız. Böylece sanatçıların gizli yönlerini, yaşamlarından sayfaları, farklı kültürlerin enteresan özelliklerini öğrenme olanağı buluruz. Onun denemeleri kültürün, tarihin, edebiyatın, sanatın kaynaştığı gerçek birer fikir hazinesidir. 1969’dan itibaren denemelerini 1001 Gece Denemeleri başlığı altında toplayamaya başlayan yazarın, deneme kitapları arasında Kendimle Konuşmalar, Şiir ve Cinayet, Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, Paf ve Puf, Halley Kimi Kurtarır, Amerikalı Tolstoy… dikkati çeker. 1001 Gece Denemeleri’nin 3. kitabı olan Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’ndeki yazılar Salâh Birsel denemeciliğinin başlıca niteliklerini sergileyen; ilgiyle, sevgiyle ve keyifle okunan bir denemeler toplamı. On bir denemenin yer aldığı kitapta edebiyat, tarih, fotoğraf, sinema, eğitim, dostluk gibi konuları işleyen ve kendi dünyasını da anlatan Salâh Birsel’in zihin ve ufuk açan, bilgi, düşünce ve düşleri çoğaltan denemeleriyle buluşmanın tadını sonuna kadar çıkarıyoruz. Kitaba adını veren denemede yazar çiçek sevgisini anlatırken Japonya’dan, Çin’den, Osmanlı’dan örnekler veriyor. Böylece, Japon çiçek düzenleme sanatından Osmanlı’nın saraydaki has bahçelerine uzanıyor; zaman mekân yolculuğunda yazardan el alarak kitaplardan ve yaşamdan süzülen birçok bilgi ve deneyimleri devşiriyoruz. Japon rahibi Muso’nun yarattığı “felsefe bahçeleri” gibi, yaşama ve doğaya değer veren bahçelerin günümüz dünyasında hiçbir anlam ve değerinin kalmadığını, para ve altının her şeye egemen olduğunu vurgulayan yazara içtenlikle hak veriyoruz. İnsanın kültür boyutunu daha geniş ve farklı coğrafyalara taşıyan Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’ndeki denemeler, Salâh Birsel’in deneme anlayışını bütün canlılığıyla yansıtıyor. Yazarın kendine özgü söyleyiş ve üslubunun ardına takılıp dünyayı dolaşıyoruz bu kitapta. İstanbul’dan Roma’ya Ayakta Yolculuk denemesinde yazarın ne kadar çok okumuş olduğunu anlıyor; referanslarını ve tanıklıklarını deneme metninde ustaca erittiğini fark ediyoruz. Bu denemede eşya ve insan ilişkisine değinen yazar, yaşanmışlıkların eşyaya sinmesi ve insanın eşyada bıraktığı yaşam izlerini felsefi derinlikle veriyor; bu felsefeyi hoş bir üslupla işliyor. Tevfik Fikret’ten, Orhan Veli’ye; Necatigil’den Nâzım Hikmet’e geçiyor. Yazarımız, romanlarda, şiirlerde yaşayan kahramanları satırlarına taşıyor arada. Yitik Kuşak denemesinde Fitzgerald ve Zelda’nın inanılmaz çılgınlıkları ve tehlike tutkularını anlatıyor; sonra Proust beliriyor satırlarda; onun hastalıklı ve zor yaşamından ilginç kesitler aktarıyor; muhteşem eserini nasıl kaleme aldığını anlatırken bizi o dünyanın derinliklerine çekiyor Salâh Birsel. Aynalar’da “Ah benim hınzır belleğim! Onun kırmadığı ceviz mi kalmıştır?” diye yaşantılarını içtenlikle nakleden yazarı içten bir gülümsemeyle yanıtlamak geliyor içimizden. Fırıldak Şarkısı’nda dostluk ve ihanet döngüsünü gösteren yazar, İbsen Neden Denemeci Değildir’de “Açık sözlüdür denemeci, gönülsüzdür, içtendir. Başkalarının olduğu kadar kendi kusurlarını da sergilemekten çekinmez.” diyor. Montaigne’den Ataç’a Eyüboğlu’ndan Akbal’a, denemecileri anan yazar, canlı bir Ahmet Rasim portresi de sunuyor. Kitabın öteki yazıları beyaz balinaların dünyasına, okyanusun dalgalarına açılan keşif yolculuklarıyla sürüyor. Okudukça sayısız bilgi, kültür, deneyim, eleştirel düşünce parıltısı ve sayfalar arasında kurutulup saklanmış nice düş çiçeği gülümsüyor Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’nde. HÜLYA SOYŞEKERCİ hsoysekerci@gmail.com Taraf Kitap 13.04.2012'de yayımlandı. (Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, Salâh Birsel, Sel Yay. 128 s.)

“EDEBİYAT OLAN HER YERDE UMUT VARDIR.”

$
0
0

(Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, mektup, YKY, Nisan 2012, 80 s.)


Onat Kutlar; incelikli bir şair, nitelikli bir öykücü ve başarılı bir sinemacı olmasının yanı sıra, toplumsal kırılma noktalarındaki insani dramlar karşısında onurlu bir direniş sergileyen duyarlı bir aydın olarak da belleklerde yaşamayı sürdürüyor.


Onun, Yeter ki Kararmasın… adıyla yayımlanan mektuplarında ülkemiz aydınının yazıyla direnişine tanık oluyor; 1982-1984 yıllarında yazılan bu mektuplarda 12 Eylül sonrası toplumsal karanlığa karşı umudu ve inancı ayakta tutan, kaynağını sağlam bir felsefeden alan içsel direnişi; duygulanarak, düşünerek ve düşlerle geleceğe uzanarak okuyoruz her sayfada. Kitabın birçok yerinde sanat ve edebiyat eserlerine, yazar ve şairlere selam gönderiliyor; eserlerden alıntılar yapılıyor. Onat Kutlar, içten selamlarını, dünya tarihinde zorbalığa, baskıya, zulme, darbelere karşı sanatın, yazının o derin ve güçlü sesiyle direnen, sanatın ölümsüzlüğüne sarılan Neruda, Lorca, Eluard gibi özgürlük tutkunlarına gönderiyor. Şiirin sonsuz gücünün zorbaları nasıl sildiğini gösteriyor tarih sayfalarından.


 Adını Nâzım’ın bir dizesinden alan bu kitabın anahtar sözcükleri; umut, onur, insan, yaşam ve özgürlük. Onat Kutlar, her mektupta umudu biraz daha çoğaltmayı, yüreklerdeki ışığı canlı tutmayı başarıyor. Yazar, mektupların çoğunu o karanlık dönemde mahkûm olup özgürlüğü kısıtlanmış aydın ve sanatçı dostlarına hitaben kaleme almış. Derin bir kültür, sanat ve edebiyat bilgisiyle, özgün ve özgür yorumlarla dolu olan bu yazılar, mektup biçiminde yazılmış birer deneme niteliğinde.


 Onat Kutlar, dönemin toplumsal olaylarını, aydınların tutsak edilmelerini, kimilerininse değişip zamana uymalarını işleyerek o yıllara tarihsel bir not düşüyor. Yazar, olgu ve durumlara eleştirel perspektiften bakıyor; eleştirilerini çoğu zaman simgesel dil üzerinden incelikle, şairce gerçekleştiriyor; bazen ironinin çarpıcı etkisinden yararlanıyor. Alçak sesli ama etkili eleştiriler getiriyor yaşanan döneme. Mektuplarda darbe dönemlerinin ağırlığı, sürgünler, kaçışlar, hapisler, işkence ve idamlar yerel ve evrensel düzlemde ele alınıyor. Alacakaranlık dönemlerde duyarlı bir aydının sığınağı yazıdır; sanatın insana umutlar, düşler sunan evrenidir. Yazıyla direnir aydın; düşünceleri tutsak edilemez zorbalarca.


Mektuplarda görüyoruz ki, Onat Kutlar yaşanan her acıyı yüreğinin tam ortasında hissetmektedir. Dostları tutukludur, sürgündür, kayıptır. İçeridekiler kadar dışarıdakiler de suskundur. Her toplumsal olaya direnişçi sesleriyle katılan devrimci gençler kaybolmuştur. İşkenceler, idamlar kol gezer ülkede. Yaşamı ölüm gerçeği kuşatır; küller yağar maviliklere. Bu dönemlerde içeride ya da dışarıda, okudukları ışık olur insana. Yaşam deneyimlerinden umutlara, düşlere ve yepyeni bir geleceğin kurgularına ulaşır insan; “yeter ki kararmasın” yüreği, yeter ki tükenmesin umudu. Onat Kutlar, mektuplarında öykü tadında düşlere, kurgulara da yer veriyor. Uzak coğrafyaların izini sürüyor sayfalarda.


Her mektup umudun sesi, özgürlüğün yankısıyla sona eriyor. Bazı mektuplar düşle gerçeğin karmaşasından büyülü gerçekliğe ve Marquez’in dünyasına uzanıyor. İçeride onurla direnen dostlarına seslenen Onat Kutlar, tarihten örneklerle insanlığın kültür birikiminin gücünü ve yok edilemezliğini gösteriyor. Franko dönemi İspanya’sına; Şili’deki darbe günlerine uzanarak ülkemizde yaşanan o zor günlerle paralellik kuruyor. Allende’nin, Neruda’nın direnişinin ardındaki gizemi, Lorca’nın idama gülümseyerek gidişini hüzünle anlatıyor, yasemin dallarıyla simgelenen umudun her şeye karşın yüreklerde çiçek açmasını dillendiriyor.


 Onat Kutlar mektuplarında toplumsal durum ve olguları daha etkili biçimde ifade etme, daha incelikli tarzda yazma amacıyla simgelere başvuruyor; simgesel dilin evrensel anlam olanaklarını çoğaltıyor. Çürüyen yosunların kokusunun yasemin kokusunu bastırmasını okurken, bunların toplumsal alandaki göstergelerine açılıyor; toplumsal çürümenin tüm güzellikleri nasıl yok ettiğini düşünüyoruz ince, şiirsel bir dilin dokunaklı anlamlarıyla. Yazar, dönemin koşullarında değişenleri Gregor Samsa misali böceklere benzetiyor; masumiyet ve vicdanını teslim etmiş olanlardan birine seslendiği mektubunda Kafkaesk öğelerle, ince bir ironiyi simgesel biçimde ifade ederek iktidar odaklarına kapıkulu olma süreçlerini gösteriyor. Darbe sonrası dönem yeni sosyoekonomik sistemini, yeni insanını, yeni değerlerini tesis etmeye başlamıştır; Onat Kutlar bu durumdan duyduğu rahatsızlığı sıklıkla dile getirir. Yaşamda eksik bir şey vardır; o da özgürlüktür. Tutukluları bekleyen kadınlar; analar, eşler, sevgililer de vardır mektuplarında. Özgürlük ve umudu yediveren güller gibi anlatır yazar; beklenen bahar gelecektir.


 Onat Kutlar, bir idam mahkûmunun hücresine kadar girer, orada ölümle yaşamın tanıklığına ortak eder bizleri. Bunu düşsel bir kurgu içinde verir. İşkencelerin, tutukevlerinin üzerinden geçen müzik, idam mahkûmunun hücresine gelince susar. Yazar, duyarlılıkla dinler mahkûmun ayak seslerini; bu adımlar yürek atışı gibidir; yaşamla ölüm iç içedir orada.


 Bu mektupların aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzde etkisini sürdürdüğünü görüyor; tümünün, insanlığın sonsuz özgürlük arayışında yüreklere, vicdanlara ışık olmaya devam edeceğine inanıyorum. Çünkü Albert Camus’nün de belirttiği gibi “edebiyat olan her yerde umut vardır.”

Taraf Kitap (11.05.2012)
Hülya Soyşekerci
hsoysekerci@gmail.com

Article 21

$
0
0

UNUTMAMAK İÇİN SANATLA DİRENMEK




Yıllar önce yazdığım bir yazının başlığını “Unutmak Üzerine” sözleriyle oluşturmuştum. O yazıda unutma’yı anlatırken aslında unutmama’nın altını çizmiş, unutma süreçlerinin içinden geçip onları çözümlemeye ve anlamaya çalışarak, belleğe taze kan vermenin yollarını araştırmıştım. Kendimi çağrışımlara bırakmış, Ahmet Muhip Dıranas’ın Olvido şiirinin dize ve imgeleri arasında yolculuğa çıkmıştım. Bir de o yılın en dikkate değer kitaplarından Latife Tekin’in Unutma Bahçesi’nden bazı alıntılarla çoğaltmıştım metnimin anlamlarını.

Bir unutma bahçesi’ne, bir adaya, mekâna, düşünceye, uğraşıya, herhangi bir kavram veya eyleme sığınınca insan; anılardan, belleğin baskısından kurtulduğunu düşünür. Bir yanılsamadır bu. Kaçışın olanaksızlığıdır yaşadığı. Belleğin içinden anılar dökülür kucağına,  ‘Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak’la hüzünle kalıverir öylece, diye sürdürmüştüm satırlarımı. “Unutmak eğilimi, bireysel acıların, keder yüklü anıların unutulması anlamında, bir rahatlık verebiliyor insana. Olvido’nun dizelerinde şair, unutuşun kendisini gamlardan kurtarmasını istiyor. Bazen düşünüyorum; kederle gölgeli anılar, bellekten silinip bilinçaltının karanlığına mı düşüyor? Derinlerde karanlığın soluğu mu yankılanıyor? Kara gölgeler, insanın iç çalkantılarında yüzeye çıkıp birer karabasan adası mı oluşturuyor o bilinmez denizlerin içinde? Karabasan adalarında kalmak, ürpertici ve ürkütücü; uykuda bile olsa.” satırlarıyla, bazı psikolojik süreçlerin izini sürmüştüm.

Yıllardan sonra “unutmak” konulu yazımı anımsamak; belleğimin derinliklerinden ve bilgisayarımın mekanik belleğinden süzülenleri aktarmak hayli ilginç bir yaşantı oluşturdu bende. Bugünse “unutmamak” üzerine yoğunlaştıracağım zihnimi.

Zaman usul usul akmaya devam ediyor dünyadaki yaşamın içinde. İnsan bilincini köprü yaparak ilerliyor zaman; diyalektik sıçramalarla geçmişi ve geleceği birbirine bağlıyor; bireysel ve toplumsal belleklerde iz bırakıyor durmaksızın. Bu izlerin ardına düşmek, silinenleri ya da silinmiş gibi olanları yeniden bulup keşfetmek, merak dolu, heyecanlı bir serüven duygusu yaratıyor insanda. İnsan için asıl önemli olan, iz düşürmek, iz bırakabilmek bu gürül gürül akan ‘yaşamzaman’ ırmağında. Yaşam izlerini belleklerimiz tutar; insan belleği yaşanmışlıkları kaydeder usul usul. İnsan bilincinin ve belleğinin “unutma ile yaralı” olduğunu söylerken, şair ne kadar haklıdır! Bellek, yaşantıları, bilgileri, düş ve düşünceleri kaydederken bir yandan da unutma süreçleri içindedir doğal olarak. Kaydetme ve unutma süreçleri bir arada ilerler insan belleğinde.

Yazınsal ve sanatsal yaratımlar, akan zamanda derin izler bırakırlar; zamanın yüreğine en unutulmaz izleri çizer sanat eserleri. Kalıcılık, unutulmazlık ve sonsuzluğa doğru akma, sanatsal yaratımla oluşan eserlerin varlığında somutlaşıp yoğunlaşan sanat emeği ile gerçekleşir. Bellek ve anımsama süreçleri denince aklıma ilk gelen isim, 19. yüzyılın büyük yazarı Marcel Proust’tur.  Onun muhteşem eseri Kayıp Zamanın İzinde, yazarın bütün ömrüne  yayılan bir anlatıdır. Eserdeki bir sahne,  edebiyatın unutulmaz bir fotoğrafını sunar okuyanlara. Kahramanımız, bir gün çocukluk günleriyle ilgili bütün ayrıntıları, ıhlamur içerek yediği bir madlen kurabiyesinin tadı ve kokuları üzerinden anımsar bir anda. İnanılmaz bir anımsama anıdır o: “... tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kaseye akıttıkları silik kağıt parçalarının, suya girer girmez şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann'ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.” sözleriyle okuru derinden etkilemeyi başarır anlatıcı.Yazarın deyişiyle “Ihlamura batırılan bir madlenle yeniden yakalanan, belleğin yaratıcı gücüyle yeniden canlandırılan bir geçmiş”tir bu. Görüldüğü üzere, sanat eserleri içinde yaşayan ve ölümsüzlüğe ulaşan yaşamlar, insanı bambaşka boyutlara alıp götürmektedir.



Günlük yaşamın içindeki o farkına varmadığımız akışı, Michael Ende etkili ve özlü bir biçimde dile getirir: “Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur ve herkes onu bilir, ama pek az kimse bu konuya kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır.”



Çağımızda öyle zorlu bir yaşamın içinden geçmekteyiz ki, hız olgusu, Küçük Prens’in tüm evrene kötülük yaydığını belirterek en küçük tohumunu bile yok ettiği o korkunç baobab ağacı misali, yaşamın temellerini sarsıyor ve her yere dal budak sararak hayatın özünü, özsuyunu içip yok ediyor. Hız, evreni ve yaşadığımız hayatı kuşatmış durumda. Hızın içinde yaşamaya çabalarken ve bu akışa uyum sağlamaya çalışırken, belleğimizin yavaş yavaş aşınmaya başladığının bilincine varamıyoruz. Bu aşınma, belleğin doğal unutma süreçlerinden hayli farklı bir özellik taşıyor aslında.  Hız, zihnimizde derin algı kırılmaları yaratıyor. Baktığımız, gördüğümüz her şeyi, yaşadığımız ve tanık olduğumuz olayları kırılmış yaşam parçacıkları olarak algılıyoruz. Hızla akan zaman, algıları bozarak, başka bir gerçeklik oluşturuyor zihinlerde. Bu gerçeklik, asıl gerçeğin yerini alan, silik, kırılmış, parçalanmış ve sanala dönüşmüş bir gerçeklik durumunda. Dünya, kırılmış bir aynadan yansıyan görüntüler gibi yansıyor bilincimize. Her şey akışkan, her şey kaygan ve değişken… Sabitin olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Değerler, düşünceler, normlar hızla değişip başkalaşıyor ve göreceli bir nitelik kazanıyorlar. “Sağlam toprak” diye ayak bastığımız dünya,  boşlukta sonsuza doğru kayan bir gezegenden başka bir şey değil. Sabitin olmadığı bir dünyada tutunacak yer aramanın boşuna bir çaba olduğu algısı ve kanısı yerleşiyor zihinlerde. Kalıcı olmasını istediğimiz yaşam izleri ne bireysel ne de toplumsal bellekte uzun süre kalma olanağı bulabiliyor; hız, önüne gelen her şeyi süpürüp götürüyor. Unutmak olgusu, bellek süreçleri içerisinde en etkin olanlardan biri durumunda artık… Hızın aşındırdığı belleklerin içinden boşluğa düşüp kaybolan, “unutma” dediğimiz o dipsiz karanlık kuyuya düşen yüzbinlerce bireysel/toplumsal yaşantı parçacıkları ve anılar var. Bütün her şey sanki deniz dibindeki batık bir geminin içinde kaybolup gidiyor; bilinç-bellek okyanusunun en derin noktalarında yok oluşa doğru çekiliyor.



Yaşadığımız bu korkunç bellek erozyonu, toplumsal bellek konusunda daha da etkin biçimde gerçekleşiyor. Ne çok şeyi hızla unutuyor ve belleğin “unutma” hanesine bilinçsizce ve farkına varmadan kaydedip, yaşanan gerçekleri yokluğa, yokoluşa doğru çekiyoruz. Müthiş bir ileti ve enformasyon bombardımanı altındayız. Teknolojik gelişmeler insan yararına olduğu kadar insanlığa zarar veren tarzda kullanılabiliyor. Medyadan, internetten bilincimize her gün milyonlarca görüntü, ses, enformatik bilgi akıyor durmaksızın. Bunun tam anlamıyla bir ileti bombardımanı olduğunu söyleyenler hiç de haksız değiller. Ülke ve dünya gündemi sürekli değiş(tiril)iyor; her gün her an farklı bir enformatik yığılma altında kalıyor zihinlerimiz. Bu akışkanlığın içinde doğrunun ve yanlışın ne olduğunu takip edemeyecek denli şaşkınlığa uğratılıyor bilinçler. Önceki paragrafta da vurguladığım gibi, sanal gerçeklik asıl gerçeğin yerini almış durumda. Hıza ve tüketime dayalı bu yeni yaşama tarzı en başta insan yaşamlarını ve bellekleri tüketiyor. Kişisel ve toplumsal bellekler zayıfladıkça her şeye “unutmak” egemen oluyor; “unutmak” da en çok egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ediyor. Unutulanlar çoğaldıkça bir “unutma çöplüğü” oluşuyor toplumsal ve bireysel belleklerde. Her şeyi yok eden unutma/unutturma çarkları hızla dönüyor orada. “Unutma çöplükleri”nin çoğalması, hızın ideolojisini kendi amaçları ve çıkarları için kullanan egemen güçlere hizmet ediyor.



Anlamlı yaşamak, insanca yaşamak unutmamak’la gerçekleşecektir. Sanatla, edebiyatla, felsefeyle; yazarak, çizerek üreterek; yaşamı sanatın ölümsüz bilincine kaydederek yaşamak, anlamlı ve bütünsel yaşamaktır. Unutma/unutturma süreçlerine etkin biçimde direnebilmek ve ayakta kalabilmek, ancak düşünce, düş ve sanat üreterek mümkündür bence.



Yıllar önce yazdığım o yazının bazı paragrafları, bu metin için de aynen geçerli: “En düşündürücü konulardan biri de toplumsal belleğin zayıflığı. Yaşananları gözden geçirmeyen, hatalarını sürekli yineleyen bir toplum içinde yaşamak, insanın içindeki çalkantıları giderek çoğaltıyor. Belleksiz toplumda bir aydın olmanın bedeli de ağır oluyor. Umutsuzluk, aydın yüreklerin kıyısına dalga dalga vuruyor, sarsıntılar şiddetleniyor. Yıllar önce, kalabalıkların üzerine yağmur gibi yağan kurşunları, kanayan ve kanatılan gençlikleri, kaçışları, yürek yangınlarını… Bir kuşağın yok edilme planlarını… Toplumsal şiddeti… Aydınların birer birer ortadan kaldırılışını… Temmuz ateşinde kül edilmek istenen sanatçıları… Ve süregelen acıları… Bugün, acımasız savaşın dumanlarında boğulan gencecik yaşamları… Yoksulluğu… açlığı… kirlenen dünyayı… Emeğin değerini… Unutmamak gerek. Yaşam doğruluyor unutmamak gerektiğini. Anımsayarak güçlenmenin temeli burası işte. Giderek yoğunlaşıp güçlenen bu noktada, anımsamak, üst düzeydeki bilinçle yeniden anlamlandıracak yaşamın içindeki süreçleri. Unutmak / anımsamak sarmalında bambaşka bir bakışın, yepyeni bir bilincin aydınlığında bireysel ve toplumsal umuda yol almaya başlayacağız. Karabasan adaları kaybolup gidecek böylece.” sözleriyle bitirmiştim o yazıyı.

Toplumsal vicdan konusunda önceki yazımdakilere ekleyeceğim birkaç unsur daha var; kadın cinayetlerini, eğitimsizlik- töre ilkelliğinde yok edilen bedenleri… İpekçi ve Mumcu’nun yanı sıra Hrant’ı… da unutmamak gerek… “Vicdan” günümüz aydınının düşünce ve düşlerini odaklandıracağı en önemli kavram olmak durumunda. Adalet için “unutmamak”, vicdanları harekete geçirmek için “unutmamak”… Bellekleri tüketen ve vicdanları sığlaştıran hız ve tüketim olgusuna karşı koymak için tek direnişimiz, tek gerçeğimiz var; o da “unutmamak” Bellek, bilinç ve yürekleri sanata, edebiyata ve sanatsal güzelliklere daha çok açmak, daha duyarlı yaşamak,  sevgi, adalet ve barışla nefes almak gerekiyor. 

Bence, yüreğinde sanatın özünden yükselen o yaratıcı/bilge ışık olduğu sürece, insanlığın umudu ve direnme gücü asla tükenmeyecek…

HÜLYA SOYŞEKERCİ

hsoysekerci@gmail.com




(ZALİFRE YAZILARI aylık edebiyat sanat dergisi/Safranbolu

 MAYIS 2012 sayısında yayımlandı.)






HAYALET KÖYÜN UĞULTULARI

$
0
0





Meksikalı yazar Juan Rulfo’nun 1955’te yayımladığı tek romanı Pedro Paramo Latin Amerika edebiyatında büyülü gerçekliğin öncülerinden olan unutulmaz bir yapıttır. Başta Marquez olmak üzere aynı kültürel coğrafyanın birçok yazarına esin kaynağı olmasıyla dikkat çeken bu roman “İspanyolcanın Don Quijote’den sonraki en büyük başyapıtı” olarak nitelendiriliyor. Gerçeklerle düşleri bir arada işleyen parçalı yapısıyla, şiirsel duru anlatımıyla iz bırakan, kısa ve yoğun bir roman Pedro Paramo.


1920’lerin Meksika’sında yoksulluk, ağalık ve kötülüğün kol gezdiği ıssız köyler; buralardaki haksızlıklar, ahlaki çöküş gibi gerçekler, sıra dışı anlatım teknikleri ve büyülü gerçekliğin edebiyata sunduğu geniş olanaklar içinde dile getiriliyor Pedro Paramo’da. Kadınların uğradığı cinsel şiddet, ağa Pedro ve oğlu tarafından gerçekleştirilip örtbas edilen taciz olayları, düşle gerçeğin harmanlanmasıyla sayfalarda yerini alıyor. Dünyanın birçok yerinde görülebilen feodal yaşam, baba -oğul ilişkisi, kötülük, haksızlık, şiddet gibi konuları yazar öyle farklı bir biçim ve üslup içinde işliyor ki tam anlamıyla edebi bir yapıtın içinde yaşadığınızı duyumsuyorsunuz.


Juan Rulfo’nun roman olayını kronolojik sınırlardan kurtarması; zamandizimini parçalayarak yazması, metin parçalarını tüm romana dağıtıp ustalıkla düzenlemesi; böylece farklı bir yapılanma oluşturup okuru da yaratıcı konuma getirmesi edebi açıdan büyük değer ve anlam taşıyor. Juan Rulfo, zamansal geri dönüşler, ileri atlamalar; bilinçaltı akışı, iç konuşma, bakış açısını kaydırma, anlatıcı özneleri değiştirme gibi yöntemlerle romanda biçimsel denemeler gerçekleştiriyor.  Klasik olay örgüsü yerine parçalı, kopuk ve dağınık metinler üzerinden anlatısını kurguluyor. Hayaletli köyün gizemli yapısını karmaşık bir roman kurgusuyla ifade eden yazar, sosyal duruşlu deneysel bir romana imza atıyor.


Llosa; “Juan Rulfo, mekân biçim vermek ise, zamanın dönüştürmek olduğunu anımsatıyor bize. Bir mekâna biçim verebiliriz; ama bu, zamanı dönüştürmekten ve zaman tarafından dönüştürülmekten kurtarmaz bizi. Meksika, dağları, ovaları, gökleri, koruyucu ufuktur. Zaman-tarih-hayatlarımızın saatlerinden damlayıp giden su saatidir.” der. Romanda hayalet köy Comala’da yaşayan farklı zaman/bellek katmanlarını parçalı anlatılar üzerinden gösterir Juan Rulfo. 


Ölüm döşeğindeki annesinin yıllar önce terk ettiği köyü Comala’ya gönderdiği Juan Preciado, hiç görmediği babası Pedro Paramo’nun izini sürer. Görür ki köyde “yaşayanlar” sadece ölülerdir. Onların fısıltıları, mırıltıları gelir her yerden. Duvarlar farklı zamanların belleklerini saklar içinde. Pedro çoktan ölmüştür; köyün ölüleri, günahları bağışlanmadığı için gökyüzünde birer hayalet halinde asılıdırlar. Her yere sinmiştir onların ıssız gölgelerindeki yankılar. Mekânlardan, geçmiş zamanların sesleri, uğultuları, fısıltıları yankılanır sürekli. Ölülerin konuşmalarından öğreniriz geçmişteki kötülükleri; ağa Pedro’nun ve başka bir kadından olan oğlu Miguel’in kadınlara cinsel şiddetini, köylülerin topraklarını gasp etmelerini, karşı çıkanları vahşice öldürmelerini.  Anlatıcı Juan da bu olayların içinde bulur kendini. Öyle bir noktaya ulaşılır ki, anlatıcı dâhil, romanda yaşayan hiç kimse yoktur artık. Buna rağmen konuşmalarla, sezdirmelerle neler olduğunu ustalıkla gösterir yazar. Juan’ın bakış açısından gördüklerimizden başka, ölmüş annesinin ona eşlik eden sesi de duyulur sayfalarda. Çevresine annesinin gözleriyle de bakar Juan. Uçuşan anı parçaları, sesler, fısıltılar, kokular ve imgelerin ardına düşeriz Juan’la, bazen de başka anlatıcılarla. Her şey değişken ve akışkandır; yaşamla ölüm iç içedir; düşle gerçek de öyle. Romanda sınırlar ortadan kalkmıştır; farklılıklar birbirine dönüşür.


Zamanda yarıklar açılmasıyla parçalanan metinlerde iç konuşmaların yanı sıra diyaloglar da yoğun. Ölülerin konuşmalarıyla romanın parçadan bütüne giden tamamlanma sürecine zihni uyarlama çabası, romanın okunma zamanına damgasını vuruyor. Sesler ve konuşmalar olay, durum ve olguları belirliyor.


Cahilliğin, kötülüğün egemenliğindeki bu ıssız kırsalda bir din adamının haksızlıklara göz yumması, onun kendi iç konuşması ve bilinç akışıyla gösteriliyor;  pişmanlık duyuyor olsa da rahip kötülüklerin içine batmış durumdadır.


Romanda doğa, bir fotoğraf sanatçısı da olan Juan Rulfo’nun bakışından süzülen ışıklı imgelerle aktarılıyor; ancak yazarın eleştirel bakışı, çelişkileri gösterme eğilimi dikkate alındığında ışığın ardındaki gölgeye odaklanmak da gerekiyor.


Kitapta çarpıcı sahnelerle karşılaşılıyor. Pedro’nun büyük aşkı Susanna’nın ölümü düşsel öğelerle veriliyor; bu sahnenin çarpıcılığı karşısında etkilenmemek mümkün değil. Topraksız köylülerin başlattığı isyan hareketi karşısında Pedro’nun ve rahibin tutumlarında yazarın kara mizahı iyice koyulaşıyor.


Ölümün tek gerçek olduğu bu sıra dışı roman, deneysel ve öncü yapısıyla,  evrensel özüyle çağdaş klasikler arasında sayılıyor ve Pedro Paramo sanatın kalıpları aşarak ilerleyen yenilikçi bir süreç oluşu gerçeğini tüm zamanlara duyuruyor.


15.06.2012 tarihli Taraf Kitap’ta yayımlandı.

HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com

Juan Rulfo, “Pedro Paramo”, Çev: Sülayman Doğru, Doğan Kitap

CLEARWATER GÜNLÜKLERİ (Polisiye roman)

$
0
0


"Eski polis dedektifi Joseph Holiday, Clearwater kentinde bir kafede çalışan Mia'ya hayranlık duymaya başlar. Kısa zamanda ilişkileri ilerler ve Holiday, Mia'nın kız kardeşinin, kaza süsü verilmiş bir cinayete kurban gittiğini öğrenir. Bir süredir uzak durmaya çalıştığı polislik güdüleri harekete geçer ve olayı soruşturmaya karar verir. Bir yandan dosyaları ve olay yerini inceleyerek araştırmasını derinleştiren dedektif, diğer yandan Mia ile ilişkisini derinleştirmektedir.
Joseph Holiday, alışık olmadığınız tarzda bir dedektif. Al Rennie, yarattığı muzip, zeki ama çılgın polis karakteri, esprili ve ironik anlatımı ve her sayfada dozunu arttıran kurmaca gücüyle, okurunu alışılmadık bir polisiye öyküye çekiyor... Clearwater serisinin ilk kitabı olan Clearwater Günlükleri, düşündüğünüzden fazlasını sunuyor."
(Basın Bülteni)
Zekice. Joe karakterine bayıldım... Ukala, sıra dışı ve kesinlikle çok karizmatik."
Sydney Times
"Bu yaz okuduğum en güzel kitaptı; serinin kalanını okumak için sabırsızlanıyorum."
R. J. Parker - Yazar
"Macera, insanlık ve dramanın kusursuz bir karışımı... Okumaya doyamadım."
Brisbane Australia Magazine  
"Joe - Joseph Holiday- mükemmel bir kahraman. Yeni bir fenomenin doğuşuna tanık oluyoruz."
Ardie McMackey  - Smashwords

"CLEARWATER GÜNLÜKLERİ", AL RENNIE, ÇEV: DUYGU ÖZEN
ALTINBİLEK YAYINLARI, 355 SAYFA






Yeni kitabım “Mavi Harfler Atölyesi”

$
0
0

"Son yıllarda özellikle edebiyat eleştirisi alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken Hülya Soyşekerci, bu kitapta yer alan “okuma notları”nda Türk ve dünya edebiyatında bir gezintiye çıkarıyor okuru. Tomris Uyar’dan Yusuf Atılgan’a, Füsun Akatlı’dan Tarık Dursun K.’ya, Flaubert’ten Edgar Allan Poe’ya keyifli ve sıkı bir yolculuk."
(arka kapak)







"MAVİ HARFLER ATÖLYESİ" – HÜLYA SOYŞEKERCİ - Komşu Yayınları: 120 / SICAK NAL 9 / İnceleme: 1
1. Basım: 2012 / ISBN: 978-605-5497-53-8 /Sertifika N0: 10748 / 312 s. / 18 TL; İstanbul.

Genel Yayın Yönetmeni: Enver Ercan


Baskı ve Cilt: Ege Basım, İstanbul


Haftalık Kitap Postası kitap tanıtım-eleştiri dergisi çıktı!


HAYATIN KIYISINDAKİ ÖYKÜ İZLERİ

$
0
0


Şiir ve öykü dünyasından gelen ince söyleyiş ve imgeleriyle dikkat çeken Serkan Türk özellikle Rüzgârlı Camlar adlı öykü kitabıyla adından söz ettirmişti. Yazarın ilk öykü kitabı olma içtenliğini taşıyan Uzak Yaz da geçenlerde yeni bir basımıyla okurlarla buluştu.

Uzak Yaz yüreğinde bir şairin evrenini taşıyan yazar Serkan Türk’ün şiire çok yakın duran anlatımlarıyla ve imgeleriyle incecik örüp dokuduğu öykülerden oluşuyor. İnsani durumlardan insani dramlara uzanan yolda genç öykücünün duyarlılıkla ve incelikli bir gözlem gücüyle, pek çok insan tarafından fark edilemeyen ayrıntılarda yoğunlaşan yaşamı, tüm şiirselliği ve felsefi derinliğiyle dile getirdiğini görüyoruz. İnsanın ruhsal dünyasının anlatımlarının ve ifadesinin önemli yeri var bu öykülerde. Öykülerin pek çoğunun 2. tekil kişiye hitaben yazıldığı görülüyor. Bu durum, öykülere içtenliğin ve naifliğin kapılarını açıyor. Aynı zamanda bir mektubun ya da bir anı defterinin satırları arasında kayboluyoruz duygusu sarıyor içimizi bütün gizemiyle.

Öykülerinde çocukluk ve ilk gençlik izlenimlerinin ardına düşen yazarla birlikte okur da yitik bir zamanın ardına düşüp geçmişe yolculuğa çıkıyor. Uzak geçmişte yitip giden çocukluk zamanına açılan loş pencereler, serin bahçeler… Ağaç gölgeleri ve yaprak hışırtıları… Uzakta kalmış ama yürekte sızılı izler bırakmış çocukluk aşkları… İç acıtan bir hüznün kuşattığı onlarca öykü var Uzak Yaz’da. Serkan Türk bu hüzün duygusunu şiirselliğin yumuşak üslubu içinde eriterek veriyor. Bazen bir intiharın ardından zamansal geri dönüşlerle, yaşanan geçmiş, şiirsel dilin sunduğu anlam ve imge zenginliğiyle okurun yüreğinde çoğaltıyor hüznünü.  Kahramanların yalnız ve hayatın kıyısında duran kişiler oluşu da ilgi uyandırıyor.

Karyolanın Soğuk Demirleri öyküsünde başarılı zaman geçişleriyle, olay zamanlarını parçalayarak kurgulayan yazar, hem modern ve özgün bir öykü metni oluşturmuş oluyor hem de ruhsal sorunları olan yaşlı bir adamın bilincinden, onun zihninin içinden yansıyanları gösteriyor. Yaşlı adamın klinikten kaçmış olduğunu; zaman kırılmalarıyla, parça parça görüntülerle fark ettiriyor. Tomris Uyar’ın dikkat çektiği “öyküdeki aydınlanma anlarını” okura derinden yaşatıyor. İleri-geri sarılan zamanda savrulan öykü kişisinin çok derin bir acıyı nasıl içselleştirdiğine dikkat toplamayı başarıyor.  Bebek ve İlkel Ağrı öykülerinde aynı olayı farklı açılardan göstermeyi deneyimliyor yazar; bu öykülerde özneler yer değiştiriyor, böylece yaşanmış aynı anlar içindeki farklı derinliklere ve yoğun anlamlara açılıyoruz.

Kitabın öteki öykülerinde ölümün, ruhsal kırılmaların, insanı derinden yaralayan anların hüzünlü atmosferinde soluk alıyor öykü kahramanları. Mecazi olarak çöllere düşseler de yolları denizlere açılıyor. Öykülerin içinde insan gerçeğinin şiirsel anlatımlarla ve modernist kurgularla dile getirilmesinden doğan estetik tatlar, okuru içten, doğal, naif, lirik ve pastoral bir evrene alıp götürüyor. Bir şiiröykünün odağından bakıyor her sayfada;  olayın değil durumun incecik ayrıntılarına tutunuyor insan; boşluklarda zihinsel yollar açıyor ve yarattığı anlam merdivenleriyle geçiyor tüm satırların üzerinden. Görülüyor ki yazarın incelikli bakışından süzülenler öykülere dönüşüyor ve öykünün ıssızlığı içinde yankılanıyor yaşamın uğultulu rüzgârları…

Geriye yoğun bir edebi-estetik tat kalıyor; hayatın tadı, denizin tuzu gibi… Uzak Yaz, uzak, puslu ve gölgeli anıların şiirsel, modernist öyküleri olarak, ilgiyle ve beğeniyle okunacak genç öykü kitapları arasında yer alıyor.
(Uzak Yaz, Serkan Türk, öyküler, Dedalus Kitap, Mart 2012,104 s.,10 TL)


HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com

(Radikal Kitap, 07.07.2012)


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1093302&CategoryID=40

ŞİİRLERDEN ÖYKÜLERE ORHAN VELİ

$
0
0




Şairlerin yazdığı az sayıdaki öyküleri okumak bambaşka bir edebiyat yolculuğuna çıkarır insanı. Yaşamın şiir penceresinden algılanışı, şair yüreğiyle duyumsanışı üzerinden yepyeni ve farklı tarzda yazılan öykülere açılmak, bu öykülerdeki şiir izlerini keşfetmek, imgelerin ardına düşmek, edebiyata gönül verenler için keyifli bir okuma serüvenidir. Şairliği ile öne çıkan Onat Kutlar’ın, Ülkü Tamer’in, Sabahattin Kudret Aksal’ın, Hulki Aktunç’un… daha birçok edebiyatçının yazdığı öykülerin şiirleri kadar değerli olduğu düşüncesi, çoğumuzun katıldığı bir gerçeği yansıtıyor. Orhan Veli’yi de bu adlar arasında anmak yerinde bir tespit olacaktır.


Orhan Veli’nin 1947-50 arasında Tanin gazetesi, Seçilmiş Hikâyeler ve Yaprak dergilerine yazdığı öyküler, yakın zaman önce Hoşgör Köftecisi adıyla bir araya getirilerek yeni kuşak okurların beğenisine sunuldu. Kitapta şairin 6 kısa öyküsünün yanı sıra, William Saroyan’dan Yaşasın Aşk adıyla çevirdiği bir öykü ve Orhan Veli Edebiyat Hakkında Konuşuyor başlığı altında bir gazeteye verdiği röportajın metni yer alıyor.


Her sayfasından yoğun yazınsal anlamlar devşirilen bu incecik kitapta, kısa öykü türünün Orhan Veli tarafından şairce yorumlanıp içtenlikle deneyimlendiği görülüyor. Kitaba adını veren ilk öykü, başlı başına bir Orhan Veli şöleninin şiirsel atmosferini duyumsatıyor. Şiir dizelerinden öyküye taşınan günlük yaşam ayrıntıları dikkat çekiyor; balıkçılar, motorcular, kayıkçılar, emeğiyle geçinen yoksul ama sevecen insanlar Hoşgör Köftecisi’nin mütevazı masalarında bir araya geliyor; içilen şarabın eşliğinde kendi hikâyelerini anlatıyorlar. O masalarda, yazar, anlatılan hikâyelerin ardına düşüyor, onlarda kendi düşlerini buluyor. Bir öykü evi gibidir Hoşgör Köftecisi; orada yaşamdan, yaşanmışlıklardan gelen canlı ve gerçek insan hikâyeleri kaynaşmaktadır. “O şarkılarda, o seslerde, o hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna girerken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum.” diyen yazarın dünyası, burada anlatılan hikâyelerle biraz daha zenginleşiyor.


Olayı kırsalda geçen Kan öyküsünün sonunda kimsenin kanının akmaması karşısında rahat bir soluk alıyor; Baharın Ettikleri’nde dönemin toplumsal koşullarının ustaca yansıtılmasındaki ve sınıfsal çelişkilerin dillendirilmesindeki güçlü söyleyişlere hayran kalıyoruz. Yer yer ironik üsluba ulaşan öykünün bazı noktaları O. Veli’nin ünlü Pireli Şiir’inin yergilerini çağrıştırıyor. Anlar üzerine kurulan bu öyküde kurmaca-gerçeklik ilişkisi ve çelişkisini gösteren; yazma süreçlerini okuruyla paylaşan yazarla karşılaşıyoruz.


Öğleden Sonra öyküsünde denizin, balıkçıların dünyasına, Orhan Veli’nin toplumsal dokundurmalarına tanık oluyoruz. Güneş batıp gün bittiği halde olayı sonuca bağlanmayan bu öykü, okuyanın zihninde iz sürüyor; yaşamın sürerliliğine paralel olarak öykü de okurda sürüp gidiyor.
İşsizlik öyküsünde işsizken mayonezli levrek hayali kuran anlatıcı(yazar), ironik ve bazen de mizahi söyleyişleriyle etkiliyor bizleri. Düşlerden düşlere atlayan, işlerden işlere koşan yazar, kendini gizlemeyip gerçek adını veriyor bu öyküde. Kurmacanın gerçeklikle, düşlerin yaşananlarla buluşmasından, farklı, zengin bir şiirsellik çıkıyor ortaya. Denize Doğru adlı metninde deniz-kara ikiliğini; bu ikilikten doğan çelişkileri gösteren yazar, denizden uzak kalmanın yarattığı etkileri öyle anlatıyor ki, onun Hürriyete Doğru şiirini içten içe duyumsuyor; ondan yankılanan seslere, o şiirden yansıyan imgelere açılıyoruz. Denize kavuşmanın yarattığı coşkulu duyguların lirizmi yüreğimizle buluşuyor. Bu öyküsünde de toplumsal çelişkileri vurgulamayı ihmal etmiyor Orhan Veli. Kitabın sonundaki söyleşide belirttiği gibi, edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesini istiyor; çoğunluğun yani yoksul kesimin anlayabileceği ve onların meselelerinden söz eden bir edebiyattan yana olduğunu vurguluyor.


Hoşgör Köftecisi’nde yer alan öykülerin arka planında Orhan Veli şiiri soluk alıyor. Onun öyküleri de şiirleri gibi farklı, sıra dışı ve özgün. Kolay söylenmiş, kolay yazılmış gibi duruyor ama içinde insanlığa özgü bütün hallerin evrensel çizgilerini taşıyor bu öyküler. Yazar, rahat bir kurgulama gerçekleştiriyor, daha doğru bir deyişle kurguyu dert etmeyen öykülemeler yapıyor; yaşanan ânın içinde derinleşmeyi ve içtenliği önemsiyor. Anlatıcı ile yazarın özdeşimiyle sıkça karşılaşıyoruz bu metinlerde. 1.kişi anlatımının olanaklarıyla yazar öykülerinde kendi dünyasını şekillendiriyor; düşlerini, denizi, balıkları, kayıkları, kayıkçıları, yoksulluğu anlatıyor ve şiirsel- lirik söyleyişlerine yer yer eleştirel bir tonlama kazandırarak, toplumsal farklılıkların ironisini gerçekleştiriyor.

 
Orhan Veli’nin, şiirlerindeki dünyayı öykülerine taşıdığı ve kendi yaşamından karelerle bu öyküleri zenginleştirdiği gerçeğinden hareket edilince, şiirden öyküye, öyküden şiire gidip gelen bu metinlerin Orhan Veli’nin yazınsal evrenine güçlü bir ışık tuttuğunu belirtmek mümkün oluyor. Yazarın lirik söyleyişinin yer yer eleştirel-yergisel boyutlar kazanmasındaki yazınsal ustalığı keşfetmenin, zihinleri yepyeni çağrışımlara açacağını, ruhlarda bambaşka heyecanlar yaratacağını düşünüyor; edebiyat tutkunlarına Orhan Veli’yle Hoşgör Köftecisi sayfalarında buluşmalarını içtenlikle öneriyorum.
(Hoşgör Köftecisi, Orhan Veli, YKY, 2012)

Hülya Soyşekerci
hsoysekerci@gmail.com

23.07.2012 Taraf Kültür Sanat sayfasında yayımlandı.

RAŞEL RAKELLA ASAL İLE “TIPKI HAYAT GİBİ” ÜZERİNE

$
0
0





Sevgili Raşel Rakella Asal, daha önce yayımlanan Volga Hüznü, Duyuyor Musun Kalbim, Her Şey Sanki Bir Eski Zaman Düşünde Şimdive İşte Bizim Gül Sokak adlı kitaplarınızdan sonra, yeni yayımlanan Tıpkı Hayat Gibiadlı inceleme kitabınızla okurlarınıza merhaba diyorsunuz.  Tıpkı Hayat Gibi’de uzun yıllara yayılmış bir okuma yolculuğuna tanık oluyor; bu yolculukta yoğun yazın emeği vererek oluşturduğunuz yazılarla buluşuyoruz. Kurmaca dünyanın temel yazınsal yapıtlarından önemli alıntılarla, yazarların dünyasından ilginç anekdotlarla beslenen, içten yorumlarınızla zenginleşen sıkı dokulu yazılardan oluşuyor kitabınız. Bu yoğun çalışmada yanınızda her zaman iyi yazarların yer alması dikkati çekiyor. Kitabın sayfalarından, suda halkalar gibi başka yapıtlara açılıyoruz; iyi edebiyatın ne olduğunu derinden derine duyumsuyoruz. Kitabınız bir edebi rehber niteliği taşıyor.

Sevgili Rakella, öncelikle kitabın adı bağlamında insan-yaşam-edebiyat ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz?

-Ben edebiyatı yaşamdan ayırmıyorum. Edebiyattaki kişiler gibi biz de yürüyor, soluk alıyor, kucaklaşıyor, dövüşüyor, darılıyor, tartışıyor, duygularımız ve düşüncelerimizi açıklamıyor muyuz? Gerektiğinde isyan ediyorken, iliklerimize kadar sevinçten ürperiyorken yaşamın tüm hallerini yaşamıyor muyuz? Çünkü her şeyden önce bir edebiyat yapıtının olmazsa olmaz koşulu “yaşamdan edebiyata, edebiyattan yaşam”a yelken açması değil midir?  Ben de bu noktadan hareketle kitabıma bu adı uygun gördüm. Kitabımın yaşamla, yaşamın ayrıntılarıyla bütünleştiğini, edebiyatın yaşamın bir uzantısı olduğunu göstererek okurlara bir şeyler söylemeyi amaçladım.

Kitabınızda üzerinde dikkatle durduğunuz ve yoğun bir araştırma- inceleme sürecinde işlediğiniz kitapları ve yazınsal metinleri hangi kriterlere göre değerlendirdiniz?

-Kendime kılavuz aldığım Berna Moran, Akşit Göktürk, Murat Belge, Fethi Naci, Füsun Akatlı gibi birçok edebiyat eleştirmeni var. Onların yapıtları başvuru kaynaklarımdır. Bunların yanı sıra Roland Barthes, Joyce Carol Oates, Terry Eagleton, Tzvetan Todorov, Alain Robbe-Grillet, Umberto Eco, Pierre Bayard’ın eleştiri kitaplarını da okurum.  Ayrıca Kaya Özsezgin’in, Mehmet Ergüven’in, Turgay Gönenç’in resim sanatı üzerine yazılarını bu okumalarıma paralel sürdürürüm. Tüm bu eleştirmenlerin kapsamlı ve yol açıcı incelemelerinde gezinirim. Sahaflardaki kitaplardan da çok yararlanırım. Oradaki kitaplar dolaylı olarak geçmişle aramızda bir göbek bağı oluştururlar. Örneğin Yeni Dergi gibi ancak sahaflarda bulabileceğim edebiyat dergilerinden de zaman zaman yararlandığım olur. Kısaca, bir kitabı okuduktan sonra o kitabı kütüphaneme yerleştirmeden önce o eser hakkında yazılan eleştirileri okumadan o kitabı okumuş saymam kendimi.  Ancak o eser hakkında bilgi edinebilir ve ancak o zaman kendi yorumumu yazabilirim.

Kitabınızdaki inceleme yazılarında karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları dikkat çekiyor. Yazınsal yapıtlardan yazarlara, kahramanlardan mekânlara… Birçok katman üzerinden karşılaştırmalara tanık oluyoruz. Karşılaştırmalarda nasıl bir yöntem uygulamaya dikkat ettiniz? Bu bağlamda, karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının önemine dair düşüncelerinizi de dile getirir misiniz?

-Nasıl önemli olmaz? Benim edebiyat okuma yolculuklarım yaşamların, yaşananların ve genel olarak yaşamın derinliklerine saldığı kökler aracılığıyla beslenir. Ama tekdüze bir beslenme değildir bu… Her kıpırtıdan, her esintiden bir şeyler kapar; bir ilişki çatlağından (Baba-oğul ilişkisi), bir çığlıktan, (Bir Maskenin İtirafı) bir haykırıştan, bir kahkahadan kimsenin düşünemediği besinler çıkarırım. Okudukça yan okumalara atarım kendimi. Kâh felsefi metinlerine, kâh psikoloji ve sosyoloji kitaplarına uzanırım.  Bitmeyen bir okuma yolculuğu ilk önce bende başlamış olur. Materyalin zenginliğine hem de anlatım gücünün saydamlığına önem veririm.  Bu okumalarımı yazıya dönüştürürken anlaşılır metinler üretmeye çalışırım.  Örneğin şu anda elimde Jason Wilson’ın Borges’in yaşamöyküsü üzerine yaptığı bir araştırma kitabı var.  Bu kitabı okuduktan sonra kendimi tekrar Borges okumalarına atacağım. Borges’i okumadığımdan değil, onu tekrar okumakla onu daha iyi anlamaya odaklanan bir okuma yolculuğuna çıkmak için ön hazırlık oluşturmak diyebiliriz buna.  Sözün özü, kendimi sayısız okumalarla donatmakla yükümlü hissediyorum.  Elbette ki yazılanların kendisi önemli… Bu, tartışılmaz.  Ancak, şu da bir gerçek ki, o yazılanlara asli içeriğini kazandıran en önemli öğe, yazı yazmayı uğraş edinmiş kişinin, yazıdan önce yaptığı sayısız okumalardır. Edebiyata dair ne bulursam sabırsızca okumamın bu yazılarıma katkısı azımsanamaz. 

 Tıpkı Hayat Gibi’de parçalı metinler üzerinde önemle duruyor; yazınsal yapıtlardaki parçalanmış yapıyı Juan Rulfo, Marquez, Fuentes, Cortazar, Montaigne, Sevim Burak, Latife Tekin gibi yazarlar üzerinden ele alıyor ve “çünkü dağınıklık, kopukluk, parçalanmışlık, yapıtın, yazının olduğu kadar yaşamın bir özelliğidir.”sözlerine yer veriyorsunuz. Buradan hareketle sanatta yenilik olgusunu işliyorsunuz. Size göre, metinlerde “parçalılık” neden yazınsal özgürlüktür, bu konudaki düşünce, görüş ve yorumlarınızı belirtir misiniz?

-Bu soruya Serdar Rıfat’ın Kitapların Şenlik Ateşi’nden bir alıntı ile yanıt vermek istiyorum.  O bir yazarın edebiyatçı ve yazar kimliği üzerine şu yorumu getiriyor.  “Edebiyat fakültelerinden iyi dereceli diplomalar alarak ve hatırı sayılır çabalar harcayarak belki iyi ‘edebiyatçılar’ olabiliriz, ancak iyi ‘yazar’ olmaya çalışmak, belki biraz da, masa başı yalnızlığında edebiyat kurumuna kafa tutmakla mümkündür”. Bir yazarın yenilikçi üslubuyla, geleneksel yazın normlarını dönüşüme uğratmış olmasını önemsiyorum.  Bildik kalıplarla yazmak edebiyat dünyasına ne getirir ki? Sıradan bir yinelemeden başka? Bir yapıtın değeri yeniliğinde yatar. Bir yapıt kendi değilse, ender bir varlık olamıyorsa kötüdür. Bir yapıtı değerli kılan; yerine yenisinin getirilemezliği, başka bir şeyle değiştirilemezliğidir. Yapıt, yaratıcısının bir adım önünden gitmelidir. Bir yazar için kendi özgül dünyasını yaratmak kolay değildir.  Ayrıca yazarın üslubu kadar yazdıkları da önemli…

Roman türü, daha uzun soluklu oluşuyla yaşamı daha fazla bütünlüğü içinde kavrama iddiasındadır. Öykü türünde ise, belli ayrıcalıklı anlar ya da zaman dilimleri üzerinde odaklaşır. Juan Rulfo, Marquez, Fuentes, Cortazar, Montaigne, Sevim Burak ve Latife Tekin gibi yazarlar romanlarını parçalı metinlerin örgüsünde oluşturmuşlardır. Bu romanlar tek bir gerçeğin değil, göreceliklerin ve çokanlamlılıkların sürprizlerle dolu yolunda ilerler. Bu romanlar kimi zaman diyalog şeklinde, daldan dala atlayan hikâyelerden, söyleşilerden, konudışı sapmalardan oluşur.  Çünkü sanat yapıtları gibi yaşamlarımız da rastlantıların egemenliği altındadır ve belirli bir biçime sahip değillerdir. Bu yüzden olay örgüsünün sık sık kesintiye uğradığı ve kronolojik düzenin tersyüz edildiği bu romanlar, edebiyatın “oyun” yanını önemseyen yapıtlar olarak edebiyat dünyasında yerlerini alırlar. Ustaca kurulmuş bir anlatı tekniğinden yararlanırlar. Hikâyelemenin hazzını yaşatan çok katmanlı metinlerdir bunlar. Bu romanlar romana özgü bir deneme tarzını getirdiler.  Deneysel, sorgulayıcı, kışkırtıcı, ironik, oyunsal bir roman dili oluşturmakla edebiyata damgalarını vuran yazarlar oldular.  Milen Kundera bu tür romanlardan özellikle iki romanı ön plana çıkarır:  Diderot’nun, ölümünden sonra, 1796’da yayımlanan Kaderci Jacques ve Efendisiile Laurence Sterne’in 1759’ da yazdığı Tristram Shandy romanıdır.  

 Edebiyatın ve eleştirinin popüler kültüre teslim olmaya başlayıp giderek sığlaştığı bir dönemde, böylesi bir kitapla has edebiyata dikkatleri çekiyor, evrensel edebiyatın değerli yapıtlarını anımsatmak ve göstermek istiyorsunuz diye düşünüyorum. Sevgili Rakella, Tıpkı Hayat Gibi ile okurlarınıza nasıl bir yazınsal mesaj vermeyi amaçladınız?

-Edebiyat yapıtlarını insanın varoluş karşısında aldığı duruşa getirdiği tanıklığın bir ifadesi olarak değerlendiriyorum. Edebiyatı yaşamın sorgulandığı, varoluşun anlamı üzerine derinlikli sorular yönetmenin bir çabası olarak algılıyorum.  Böyle bir çabanın ortaya konmasıyla kişinin evrenle olan ilişkisi de belirgin bir biçimde karşımıza çıkıyor. Proust gibi ben de sanatı kurtuluşun bir aracı olarak görüyorum.  Edebiyatın yaşamı kaydetmek ve yaşamı daha iyiye götürmek gibi bir işlevi olduğu inancını taşıyorum.

 Roman ve öykülerin yanı sıra, günlük ve mektup gibi giderek unutulmaya başlanan türlerin yazınsal serüvenlerini, yerli ve evrensel edebiyattaki örnekler üzerinden işlemişsiniz; bu bence önemli bir çalışma. Günlük, mektup gibi türler konusundaki görüşlerinizi belirtir misiniz?

-Mektup almanın da, yazmanın da, okumanın da keyifli olduğu günleri hiç yaşamamış olan günümüz gençliğine üzülüyorum doğrusu. Mektup yazılan günler o kadar uzakta kaldı ki!  Mektup yazmak, o günlerde tek iletişim aracıydı, bir gereksinimdi.  Hatta mektup yazmak da okumak da ibadet gibi bir şeydi.  Adeta bir törendi.  Günümüzün cep telefonları, internet üzerinden yazışma, görüntülü haberleşme,  elbette iletişimi kolaylaştırdı, mektuplaşma gitgide daha da azaldı, hatta artık hiç mektuplaşmıyoruz. Oysa mektup dostlara yazılırdı, mektup yazan gerçek bir özgürlük içinde yazardı yazacaklarını, kendine sansür uygulamadan. Bir nevi iç dökme, dertleşme aracıydı mektuplar.  Bu sıradan mektuplaşmanın yanında ünlü yazarların mektupları bir başka olur. Onlarda engin bir kültür birikimi ile karşı karşıyayızdır. Bir ustanın dostuna yazdığı mektupları okumak başlı başına bir mutluluktur. İşte ben hem sıradan insanların arasındaki mektuplaşmadan hem de ünlü yazarların mektuplaşmalarında o eski zaman dilimlerini yaşatmak istedim.  Kitaplar da bir anlamda açık adres taşımayan mektuplar niteliği taşımazlar mı? Günlüklere de aynı nedenle değindim. 

Bir yazarın, yaşamı tanımaya yönelik düşüncelerini ve duygularını kapsayan deneme ne yazık ki ülkemizde fazla ilgi görmüyor.  Oysa deneme bilimsel bir iddia taşımadan ve Emin Özdemir’in deyişiyle “asık suratlılığa bürünmeyen ağır başlı bir yazı türüdür”.  Denemeci kendi kendisiyle konuşur gibi, bundan da öte karşısında biri varmış da onunla söyleşir gibi yazar.  Günlüklere ve anılara gelince, her iki tür de temelde içten ve yazarın yaşamından beslenen metinlerdir.  Salâh Birsel Kimileri Günlük Sever adlı denemesinde şöyle söyler:  “… Güzel şeydir günlük tutmak!  İnsanı içtenliğe iter.  İterler ya, kolay mıdır doğru sözlü, doğru özlü bir insan olmak?  Küçücüklüklerini, güçsüzlükleri, korkularını, kinlerini, kıskançlıklarını, yani bütün kirli çamaşırlarını okurların önüne sereceksin.  Hem de utanmadan, ürkmeden.  Buna büyük bir yazar olmak yetmez. Bilge olmak de gerekir…”

Bir yazarı eserini okurken yazarın eğer yayımlanmış bir günlüğü veya anı defteri varsa mutlaka okurum.  Oralarda yazara ait ipuçları yakalamaya çalışırım.  Bir yazarı tanıma adına günlükler önemli bir kaynak teşkil ederler.

Tıpkı Hayat Gibi’ye damgasını vuran bir özellik de, duygu ve düşüncelerinizi dile getirmedeki içten yaklaşımınız. Size göre edebiyat ve içtenlik arasında nasıl bir bağ söz konusudur?

-Kendini yazınıyla anlatan kişi olarak görürsek yazarı birbirimizden ayrıldığımız noktalar da doğal olarak ortaya çıkar. Her yapıt kendi sesiyle konuşur. Ben edebiyatın temelinde, sadeliğin ve açıklığın yattığına inanıyorum. Yazılarımı laf kalabalığından arındırmaya çalışarak oluşturuyorum.  Şunu da belirtmeden geçemem bir yazarın kendisiyle ve yazdıklarıyla hesaplaşması gerekir. “Yazar olmasından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz.” der Elias Canetti. Bu yazılarımda ele aldığım edebi yapıtları incelerken onların değerlerini belirtmeye, yapıta ışık tutmaya çalıştım. Metnin çevresinde oluşmuş düşüncelerim hakkında konuştum.  Bir okur olarak okuduğum eserin kendi üzerimde uyandırdığı etki yazılarımın çıkış noktası oldu. Duyguya gelince…  Evet, duyguları dile getirmeyi önemseyerek yazıyorum. Bir dostum benim için şöyle söylemişti: “Duygularını yüreğiyle kâğıda döken bir yazar.” Metalaşan günümüz dünyasında duyguları ön plana çıkarmanın bir yazar sorumluluğu olduğuna, sanatın işlevinden birinin de duygularımızı törpülemek olduğuna inanıyorum. 

Sevgili Rakella, gelecekte neler yayımlamayı ve yazmayı planlıyorsunuz? Yazınsal çalışmalarınızdan ve projelerinizden söz eder misiniz?

-Yazılarımı yayımlatmakta çok aceleci değilim. Onları birkaç kez ele almadan yayımlatmayı düşünmem. Bunu yaptığım işe saygı olarak değerlendirebilirsiniz.  2009’da bitirmiş olduğum bir belgesel çalışmam var ki üzerinde üç yıla yayılan bir araştırma döneminden geçerek oluşturdum.  Şu anda 1830’ların İstanbul’u üzerine odaklanan bir roman üzerine yoğunlaşmış bulunuyorum.  Bir taraftan da inceleme yazılarım devam ediyor. 

Kitapların olmadığı bir yaşam, sizce nasıl olurdu?

-Edebiyat okumalarım hayatımın odak noktasını oluşturuyor.  Kendimi dur durak bilmeden sayısız okumalara atıyorum.  Her şeyden önce yazınımın alt yapısını oluşturmak açısından bu okumalar benim olmazsa olmazlarım.  Hal böyle olunca okumak benim için kendimi yoğun bir biçimde yaşamaya iten bir alışkanlık oldu.  Delicesine bir yaşama tutunma biçimine, beni yiyip bitiren bir tutkuya dönüştü.  Önceleri öyle değildim.  Yıllarla oluştu bu tutku.   Elimden hiç bırakmadığım kitaplarım da vardır. Onlar başucu kitaplarımdır. Doymak bilmeden okurum.
Kitaplar, bizim iç dünyamızı zenginleştirir ama bu zenginliğin kaynağı hep biz olmalıyız diye düşünürüm.  Okuduğumuz kitaplar vardır, bizi keyifli bir yolculuğa çıkarırlar. Ya okumadıklarımız? Bilir misiniz, onlar da beni hüzünlendirirler.  Aralarında okunması gerekenler vardır, okunacak olanlar vardır ve mutlaka okunması gerekenler vardır…

Marquez, Anlatmak için Yaşamak adlı otobiyografik kitabında okumanın kendi üzerindeki etkisini şöyle vurguluyor:“…yalnızca zevk için değil, büyük ustaların kitaplarının nasıl yazıldığını öğrenmek için de doymaz bilmez bir merakla kendimi okumaya verdim.  Önce baştan sona, sonra sondan baş okuyor, kurgularının en iyi saklanmış sırlarına varmak için ameliyat masasına yatırıyordum.”

Evet, okumayı bir tutkuya, giderek de bir uğraşa dönüştürdüm.  Yazma eylemim ile okuma eylemim arasında böylece ayrılmaz bir bağ oluştu. Diyebilirim ki, hayatla aramdaki örtüyü edebiyat okuma yolculuklarımla kaldırmaya çalıştım. Edebiyat dünyasında insanı, doğaya ilişkin her kıpırtıyı, hayata dair her şeyi buldum. Öyle ki, bir zaman geldi okuduklarımı yazıya/anlatmaya dönüştürdüm. Tıpkı Hayat Gibi bu okumalardan doğdu.

Çok teşekkür ederim sevgili Rakella.
Söyleşi: HÜLYA SOYŞEKERCİ
Haziran 2012
CUMHURİYET Kitap Eki'nde yayımlandı.

(Raşel Rakella Asal, “Tıpkı Hayat Gibi”, inceleme, Şenocak Yayınları, Nisan 2012, 256 sayfa)
Popüler romanlar son yıllarda büyük bir okur kitlesi tarafından takip edilir oldu. Öyle ki bu ilgiden dolayı birçok yayınevi popüler roman basmaya başlad

BENİM “UCUBE”LERİM

$
0
0





“Ucube” sözcüğüyle ilk karşılaşmam çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor. Bir gün çocuk dünyamdan süzülüp gelen ve kendi bakış açıma göre şekillendirdiğim rengârenk resimlerdeki figürler için “Bunlar ucube olmuş!” demişti beni yetiştirenlerden biri.  Sözcüğün anlamını bilemesem de, söyleniş biçiminden ve bağlamından, resimlerde yarattığım kadınların, adamların ve çocukların güzel olmadıkları, hatta şaşılacak kadar çirkin oldukları sonucuna varmıştım. Exupery’in Küçük Prens’inde anlattığı gibi, çocukken büyüklerin özü göremeyen bakışları ve şekilci yorumları nedeniyle şevki kırılıp ressam olmaktan vazgeçen ve bir pilot olan kahramanı misali,  ben de “ucube” sözü yüzünden resim yapmaktan soğumuştum ne yazık ki… “Ucube”, içimde büyümeye başlayan o çocuk ressamı öldürmüştü tek seferde. 
Resimdeki arayışlarım sona erince okuma yolculuklarına kaptırmıştım kendimi. Çünkü görünenin ötesini görmek isteyen, “güzel”, “iyi”, “doğru” nitelemesiyle dayatılanları sorgulayan, her şeye kolay inanmayan, inatçı ve dik başlı bir çocuktum aynı zamanda... Okudukça, edebiyatın ucubeleriyle karşılaştım;  eskilerin “hilkat garibesi” dedikleri, yaradılışa aykırı, farklı, sıra dışı ve genel geçer yargılara göre “hayli çirkin” karakterleri keşfetmeye başladım.  Masalların içindeki devler, cüceler… alışılagelen insanlardan çok farklıydılar. Gulliver’in ülkesindeki ucubelerin büyüklere ders vermek amacıyla yazılmış simgesel karakterler olduklarını çok sonraları öğrenecektim.  Dede Korkut Masalları’ndaki dev Tepegöz’den de etkilenmiştim; onun insan yiyen bir canavar olması çok ürkütücüydü. Odysseia destanı içinde Odysseus’un tepegözlerden(kykloplardan) biri olan Poliphemos’la mücadelesini de okumuş; her iki destansı metnin içindeki ucubelerin birbirilerine benzerliği ve yakınlığını da başka bir keşif serüveni içinde fark etmiştim.  Tepegöz Basat’ın, Poliphemos da Odysseus’un akıl gücü ve yaratıcı zekâları karşısında kaba fiziksel gücü ve şiddeti temsil ediyorlardı. Sonunda, insan aklı ve zekâsı bu yaratıklar karşısında zafer kazanıyor;  şiddet ve kan dökücülük, aklın karşı konulmaz gücüne teslim oluyordu. İnsan yaratıcılığının, düş gücünün en eski ürünlerinden olan destansı metinler ve mitoslarda, kolektif bilinçaltının derin izleriyle karşılaşıyor; insanlığın bilinçaltı karanlığından süzülen yaratıkların ve ucubelerin asıl olarak birtakım kavramları temsil eden güçlü simgeler olduklarını fark ediyordum. 
Bence ucubelerin en etkileyicisi, müthiş bir roman kahramanı olan Quasimodo’dur.  Victor Hugo’nun Norte Dame de Paris romanının, doğuştan yüzüne bakılamayacak denli çirkin, kambur, aksak ve dışlanmış bu karakteri,  iyilik ve özveri ile donanmış soylu ruhu ile “iç” ve “dış” çelişkisinin güçlü bir örneğini oluşturur. Romantik edebiyat akımında karşıtlıkların dillendirilerek yaşamın ve insanın çok boyutlu gerçekliklerine işaret edilmesi büyük önem taşıdığından; Quasimodo dış görünümünün ucubeliği ve iç güzelliğinin parıltısıyla bu akımın timsali olmuş karakterlerden biridir aynı zamanda. Esmeralda’nın muhteşem güzelliği karşısında Quasimodo’nun ürkütücü görünümünün yarattığı çelişkinin, düşünce ve düş dünyamızda derin sarsıntılar yaratmış olması da ayrı bir hakikattir.  Anlarız ki, Quasimodo’yu güzelleştiren, Esmeralda’ya duyduğu coşkulu aşk ve derin bağlılıktır.
Bir ucube olarak uyanmak da bambaşka bir boyuta taşır roman kişilerini. Bir sabah Gregor Samsa’nın berbat bir böcek olarak yatağından kalkmaya çabalaması, Kafkaesk’in doruk noktalarından biridir. Bu kez dış’tan değil; iç’ten bir bakış açısı vardır. Kişinin kendisini, kendi varlığını bir ucube olarak algılaması söz konusudur sanatın düşsel anlatım olanakları içinde.
Fantastik ve gotik edebiyat alanına girdiğimizde, ucubelerin sayısı karşısında hayrete düşeriz. Bizdeki fantastik edebiyatın eskilerinden Hüsnü Aşk’ın içinde, saçlarının her bir teli yılan olan korkunç cadılar, devler,  ürkütücü yaratıklar da bekler okuyanı.
Edebiyatın binlerce yıllık serüveninde ucubeler insanın bilinçaltının gölge karakterleri olarak yer alan varlıklardır. Bu gölgeler, insanın karanlık yüzünü dillendirirler çoğu zaman. Bazen de dış görünümün aldatıcılığını gösterme, kalpten görmenin önemini vurgulama işlevini taşırlar.
Yüzyılımızda insanlık tragedyası bütün şiddet sahneleriyle oynanıyor;  insanlık kendi içinden korkunç canavarlar çıkarmayı sürdürüyor. Ne yazık ki savaşların, cinayetlerin, katliamların, soykırımların içinden geçerken kendi ruhunun ucubeleşmesine kör kalıyor insanlık.
Bir yandan kocaman, tatsız, kokusuz, renksiz ve genetiğiyle oynanmış ucubeleri sindirmeye çalışıyor; bir yandan da içimizin, ruhumuzun ucubeleşmesine seyirci kalıyoruz.  Ne yazık ki taştan bir duyarsızlık kol geziyor çevremizde. 
Her şeye karşın yaşamın sonsuz diyalektiğine inanıyor; insanlığın elinde, yüreğinde kalan son güzelliklerden ‘umut’un da ucubeleştirilmesine asla izin vermeyelim diyorum.
   
 02.04.2011
HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com

(Afrodisyas Sanat dergisi Temmuz Ağustos 2012, sayı 34'te yayımlandı.)


"KORKUYU BEKLERKEN” GELENLER’İ OKURKEN…

$
0
0



Edebiyatımızda modernizmin ve avant- garde’ın en önemli temsilcilerinden Oğuz Atay, ölümü üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra bir ‘efsane yazar’ haline geldi. 1970’li yıllarda okuruna ulaşamamaktan, okurunu bulamamaktan yakınan ve “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin?” şeklindeki o incecik arayış sorusunu sorarak yüreğimizde iz bırakan Oğuz Atay, ölümünden otuz yıl geçtikten sonra, 2000’li yıllar içinde yeniden keşfedilmeye başlandı.

Öncülerin kaderidir bu; yaşadıkları ve eser verdikleri dönemde, ne yazık ki pek iyi anlaşılamazlar. Sanatta çoğunluğu oluşturanlar, belirli kalıplar içine sıkışıp sanat üretmeye ya da alımlamaya çalıştıkları için, bu kalıpların dışında yazanları reddeder, dışta tutar ve yalnızlığa terk ederler. Yalnız bırakılmanın ve anlaşılamamanın kırgınlığı vardır erken ölümlü bir yazar olan Oğuz Atay’ın satır aralarında. Yaşama ve edebiyata estetik bir duyarlılıkla, dil titizliğiyle yaklaşan; gerçekliğe deneysel kurguların içinden bakan Oğuz Atay, yıllar sonra geniş bir okur kitlesine ulaştı. Oğuz Atay’ın adı ve kahramanları çevresinde mitsel bir aura oluştu yıllar geçtikçe. Oğuz Atay’ın yaşamına yeniden mercek tutulurken, yazdıkları derin analitik incelemelere, akademik çalışmalara, edebi eleştiri ve değerlendirme yazılarına konu oldu; Oğuz Atay için sempozyumlar düzenlendi; inceleme çalışmaları kitaplaştırılarak, Oğuz Atay’ın edebiyattaki yeri ve önemi bütün yönleriyle ele alındı.

Daha önce Oğuz Atay’ın yaşamı ve romancılığıyla ilgili kapsamlı bazı kitaplar hazırlanmış ve yazarın romanları pek çok yönüyle; karşılaştırmalı edebiyat şemsiyesi altında incelenmişti. (Yıldız Ecevit’in Ben Buradayım… adlı biyografisi ile Handan İnci’nin hazırladığı Oğuz Atay’a Armağan adlı kitaplar.)

Önceki çalışmalarda daha çok Oğuz Atay’ın romancılığının ele alındığı düşüncesinden hareket edilerek, Yeditepe Üniversitesi’nde, 5 Ekim 2010 tarihinde Oğuz Atay’ın Sekiz Öyküsü İçin Sempozyum başlığı altında bir sempozyum düzenlendi. Bu sempozyumda üniversitelerin ilgili bölümlerinden akademisyenler değerli ve sağlam bilgilerle Oğuz Atay efsanesini göksellikten yeryüzüne indirerek; onun yazınsal değerini yine yazınsal /bilimsel ölçütler içinde değerlendirmeye gayret ettiler. Sempozyumda sunulan bildirilerin yanı sıra Oğuz Atay öyküleri için edebiyat dergilerine yazılmış önemli ve nitelikli yazılar Hilmi Tezgör tarafından derlenip bir araya getirilerek, “Korkuyu Beklerken Gelenler” Oğuz Atay Öyküleri Üzerine Yazılar adı altında okurlarla buluştu.
Kitapta yer alan 18 yazıda Oğuz Atay öykülerine farklı açılardan bakılarak, bu farklılıktan yepyeni sonuçlara ve yazınsal değerlendirmelere ulaşılıyor. Her bir metin Oğuz Atay öykülerinin genelini, birini veya birkaçını karşılaştırmalı olarak ele alıyor; bu öyküleri analitik ve derin birer inceleme konusu yaparak, hem yerli edebiyat yapıtlarıyla ilişki ve bağlantı noktalarını irdeliyor hem de evrensel edebiyat yapıtlarıyla ilgisini kuruyor. Böylece, yakın okuma yapılan metinlerin aynı zamanda karşılaştırmalı edebiyatın temel bileşenleri kapsamında ele alınması, yorumlanması, sonuçlara ulaşılması sağlanmış oluyor.

Yazıların kısa, özlü ve derin değerlendirmelerden oluştuğunu; sayfalarca yazılabilecek konuların yoğun ve nitelikli bir tarzda işlendiğini görüyoruz. Kitaptaki 18 yazıda sunulan perspektifler birbirini bütünlüyor ve “Oğuz Atay öyküleri” olgusuna, bütüncül, kapsamlı, sağlam bilgi ve yorumlarla yaklaşılıyor.  Yazılarda dipnotların düzenlenmesi ve yazı sonunda kaynakçanın belirtilmesi, akademik bir titizliği gösterdiği gibi, aynı zamanda kitabın okurunu ve Oğuz Atay’ın yeni araştırmacılarını farklı araştırma ve bilgi kaynaklarına, başka kuramsal kitaplara yönlendiriyor.

Yabancılaşma, Aydın Eleştirisi ve İroni: Oğuz Atay Öyküleri başlığını taşıyan kitabın ilk yazısında, Necip Tosun, Oğuz Atay’ın öykülerini genel bir bakışla değerlendirerek bu öyküleri yapı, kurgu, anlatı teknikleri, dil ve içerik açısından ele alıyor. Öykülerindeki yabancılaşmış karakterlere, onların sorunsalına; umutsuzluk, uyumsuzluk, bunaltı izleklerine dikkat çekiyor. Toplumun dışında kalmayı yeğleyen, toplumun ikiyüzlü değerleri içinde maskeler takıp yaşamayı istemeyen, bu nedenle bilinçli bir yalnızlığı seçen öykü kişilerine dikkat çekerek, yabancılaşmaya, modernizmin sorunlarına; toplum eleştirisinin öykü kişileri üzerinden gerçekleştirilmesine dikkat çekiyor. Oğuz Atay yapıtlarına damgasını vuran ironinin altını çizen, varoluşçuluğa pek uzak olmayan yazarın, kuşağını, bürokrasiyi, değişen değerler içinde yalnızlaşan bireyi bu ironik dille anlattığını belirten Necip Tosun, “Oğuz Atay’ın Türk öykücülüğüne kazandırdığı en önemli yenilik/zenginlik ironidir.” diyor. (s.20) Yaşanan saçmalıkların, bürokratik açmazların, yanlış algılayışların ironinin gücüyle mahkûm edildiğini belirtiyor. Toplumsal yapının, tarihsel yanlışlıkların, Oğuz Atay tarzı ironinin temellerini göstererek; ima’nın, eleştirel bakışın, üst bakış ve ince alayın yazarın ironisindeki önemini vurguluyor;  “ince alayın, bildik küçümsemeye işaret eden bir tavır olmayıp, bu acınası olaya duyulan tepkinin bir sonucu olan karşı koyuş, olduğunu” belirtiyor. Oğuz Atay’ın öykülerinde yakınlık/akrabalık kurabileceğimiz yazarları Kafka, Dostoyevski, Canetti, Sartre, Camus; Tanpınar, Halit Ziya, Peyami Safa ve Kemal Tahir olarak ifade ediyor. Konu ve izlekler açısından (yabancılaşma, umutsuzluk, uyumsuzluk, bunaltı..) Kafka, Sartre, Camus’de anlam alanı bulan edebiyat görüşünün, felsefi arayışının izini sürdüğünü belirtiyor; ancak anlatım biçimi olarak bu yazarlardan ayrıldığını, daha çok 19. yüzyıl Rus yazarlarıyla Canetti’nin ironik anlatımını çağrıştırdığını dile getiriyor. Ruh tahlillerinin ve mektup biçimindeki anlatımlarının klasik Rus yazarlarını (Dostoyevski, Gogol..) çağrıştırdığını; ironiye yaslandığı anlatımlarında Canetti’yi ve özellikle onun başyapıtı Körleşme’yi anımsattığını söylüyor.

Oğuz Atay Öyküsünde Birey: Notlar, Sorular başlıklı çalışmasında Selahattin Özpalabıyıklar, Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsünü odağa alıyor. İlk satırından itibaren kahramanın Toplum içinde olduğunu ama ona uyumlu olmadığını belirterek “…birey-toplum ikiliği, çatışması karşısındayızdır: Atay yazıcılığının temel sorunsalı olan bu çelişkinin bu grotesk boyuttaki tek örneği bu öyküdedir.” diyor.  “Beyaz Mantolu Adam’ın kendini SUSARAK gerçekleştirdiğini, böylece birey olduğunu”(s.26) dile getiren Özpalabıyıklar, “susma’nın bireyin kendini gerçekleştirmesinin en meydan okumalı yöntemlerinden biri olabileceğini” belirtiyor. (s.29) İlginç bir yorumla, “Atay’ın asıl özlediği birey’in yazdıkları içinde en aykırı, en ayrıksı görünende, hocası Mustafa İnan’ın yaşamını romanlaştırdığı Bir Bilim Adamının Romanı’nda aramak gerek.” diyor ve roman için “…yazarın bütün diğer yazdıklarında, öykü, roman ve oyunlarında izini sürdüğü o birey’in yetişiminin anlatımıdır. Hikmet ile Sevgi’yi benliğinde birleştirmeyi bilmiş o bireyin.” sözleriyle bu özgün kimliği ve kişiliği; özgür ve bağımsızlaşmış, kendini gerçekleştirmiş birey’in Oğuz Atay’daki adresini veriyor.

Doğan Yaşat, Oğuz Atay’ın Öykülerinde ‘Susku’ İzleği adlı yazısında “Oğuz Atay’ın öykücülüğünde içkin olarak yer tutan susku izleğini sadece öykülerinde değil romancılığına, yazarlığına, edebiyatçılığına dair bir söz söyleme zemini edinilebilecek biçimde” ortaya koyuyor. Oğuz Atay’ın yeni bir dil kurma çabasını modernist sanatın estetik kategorilerinden biri olan susku ile ilişkilendiğini belirten Doğan Yaşat, “Klasik anlatı biçiminin kodlarının kırılmasının tezahürü, bilen yazar özne’nin bilinçli susma etkinliğiyle, sözü olası diğer anlatıcılara, öykü kişilerine, hatta kimi zaman anlatıcı-kişilerinin veya karakterlerin bilincine bırakmasıyla biçim-içerik uyumunda açımlanabilir.” diyor. (s.34) Oğuz Atay’ın susku’yu metinlerinde bilinçli bir etkinlik olarak kullandığını vurgulayan Yaşat, “dilin konuşması yerine dilin susmasını sağlayarak, söylenemeyecek olanı söylemek” eyleminin Oğuz Atay’ın yazarlık ruhuna daha uygun olduğunu ifade ediyor. Oğuz Atay’daki susku’yu Beyaz Mantolu Adam metni üzerinde gösteren Yaşat, ‘susma’ etkinliği aracılığıyla, alışılagelen dil kodlarını adım adım kıran öykü karakterinin, adeta ikinci bir dilin konuşucusu olduğunu belirtiyor. Verili kimliğin reddiyesinin ancak verili dil ile hesaplaşarak gerçekleşebileceğini; Beyaz Mantolu Adam’ın susma eyleminde; “toplumla, toplumun dili içinde ilişkiye girmeyi kabul etmeyerek, hâkim dil tarafından kendisine atfedilen kimliğin içine hapsolmaktan kurtulma” eyleminin de yer aldığını anlatıyor. Dilin masum olmadığının farkında olan Oğuz Atay,  Korkuyu Beklerken’de “belki de kirletilmiş, eskimiş dilin yalanlarından gelen bir korkuyu da imlemektedir.” 

Hülya Yağcıoğlu ise Modern Bir Mesih: Beyaz Mantolu Adam başlıklı yazısında yazarın Beyaz Mantolu Adam öyküsü ile Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki Hepimiz O’nu Bekliyoruz adlı bölümün karşılaştırmalı bir analizini yapıyor ve bu iki eserin modern dünyanın maddeselliği içinde, aşkınlık tecrübesine dair söylediklerini “Mesih imgesi” üzerinden inceliyor. Karamazov Kardeşler’deki Büyük Engizitör bölümüne de atıflarda bulunarak, metni başka yapıtlara doğru açarak anlamsal açıdan çoğaltıyor. Sonuçta “Atay da Pamuk da Tanrı’nın öldüğü bir dünyada varoluşa atılan, varoluşa mecbur olan modern insanın durumunu sorunsallaştırırken, gitgide yersiz -yurtsuzlaşan, varoluşun dünyeviliğine sıkışan, dünyanın ekonomisine ayak uyduramayan bir aidiyetsizliği kurgularlar.” yorumunu yapıyor. (s.56)

Özlem Ekin Teker, Beyaz Mantolu Adam’da Beden Temsilinin Sorgulanması yazısında, öykü kahramanının aykırılığı ve sıra dışı bedenini; giysileri, davranış ve duruşlarını, kollarının asılır gibi duruşuyla Mesih’e benzetilmesini, kalabalıkta suskun gezinirken kalabalığın onu sürekli seyretmesini, hatta köprünün üstünde bir adamın onu filme çekmesini, bir yok oluş öyküsünü çoğaltmasını dile getirir. Beyaz Mantolu Adam, Teker’e göre, çok çeşitli acımasızlıklara maruz kalsa da beden bütünlüğünü koruyarak ölür.

Sibel Ercan, Bir Film Bir Hikâye: Beyaz Mantolu Adam başlıklı disiplinler arası yazısında, sinema- edebiyat ilişkisi kapsamında Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam öyküsüyle Yüksel Yavuz’un bu öyküden uyarladığı Almanya- Türkiye ortak yapımı kısa filmini karşılaştırarak benzerlik ve farklılıklar üzerinden sonuçlara ulaşıyor. Edebiyat eserlerinin filme uyarlanmalarıyla ilgili genel bir giriş yapan Ercan, sinemanın edebiyattan farklı bir dil kullandığını ama yine de bir filmin kaynak metnin özünü yakalamasının önemli olduğunu vurguluyor. Filmin yönetmeninin yaşam öyküsünü verdikten sonra, Oğuz Atay’ın edebiyat anlayışını ve kahramanlarının özelliklerini kısaca dile getiren Ercan, Oğuz Atay karakterlerinin marjinalliği üzerinde duruyor. Sözü, Beyaz Mantolu Adam’a getirerek, kurmaca öğelerini Kafka’nın metinlerindeki modernist imgeye benzer şekilde kurgulanışı olgusunu Yıldız Ecevit üzerinden dile getiriyor. Yine Yıldız Ecevit’ten naklettiği şekilde, sinematografik yapıda kurgulanan bu öyküyü filme ilk çekenin Yüksel Yavuz değil; Oğuz Atay’ın kendisi olduğunu öğreniyoruz. Atay’ın, filme, yakın çevresinden seçtiği kişileri oyuncu olarak kullanmış olduğunu; ancak öyküdeki yetkinliği filme yansıtamadığının söylendiği bilgisine de ulaşıyoruz. Yüksel Yavuz’un filminin öyküdeki sorunsalı yansıtmada başarılı olduğunu belirten Ercan, filmde yer yer oryantalist bir hava estiğini, bunun öyküde olmayan bir unsur olduğunu dile getirmekle birlikte, genel olarak bu kısa filmin,  öykünün beyaz perdeye aktarılmasında oldukça başarılı bir çalışma olduğunu imliyor.

B. Nihan Eren, “Unutulan” Üzerine adlı yazısında, Oğuz Atay’ın Kafkaesk imgeler taşıyan öyküsünü, modern insanın bellek yitimi bağlamında ele alıyor. Modern insanın hatırlayamayacak kadar uyuşmuş olduğunu belirterek, öykünün temel izleğinin, duyarlılığı giderek törpülenmiş, vasat ve sıradan dünyada yaşamını sorgulamadan sürdürmekte olan günümüz insanının dramı olduğunu ifade ediyor. İronik eleştirinin evlilik kurumuna yöneltildiği bu öyküde, yabancılaşma ve kaybolmanın çok güçlü imgeleriyle karşılaştığımızı, gerçeküstü bir durumun normal bir tonlamayla anlatıldığını belirtiyor. “Öykü.. Albert Camus ve Franz Kafka’nın absürt kavramıyla yoğurulur.” diyerek, kişinin iç dünyasını Camus’nün Sisypos’uyla, Kafka’nın Gregor Samsa’sıyla karşılaştırıyor. “Sonuçta, Oğuz Atay’ın Unutulan öyküsü, hatırlama, unutma, yabancılaşma ve iletişimsizlik izlekleriyle örülmüş, günümüz modern insanının melankolisidir.” şeklindeki yorumuyla önemli bir sonuca ulaşıyor.

Uzak, Karanlık ve Tozlu Bir Kelime Seçti: “Unutulan” adlı yazısında Aslan Erdem, öyküdeki tavan arasıyla öykü kişisi kadının bilinçaltının simgelendiğini belirterek, öyküyü, kişinin eşyayla ilişkileri açısından ele alıyor. Kişi, eşyayla birlikte geçmişi anımsamaya başlıyor yavaş yavaş. Somut bir ölü halinde tavan arasındaki tozların arasında yatan eski sevgilinin, kısa bir şaşkınlık ve korku yarattıktan sonra diğer tozlu eşyalar gibi şey’leştiğine dikkatleri çekiyor.
Korkuyu Beklerken Düşmek, Düşerken Hayatı Düşlemek yazısında Işıl Bayraktar, Dostoyevski’nin Öteki adlı romanındaki Goladkin karakteriyle Korkuyu Beklerken’in karakterini benzerlik ilişkileri açısından ele alıyor. Psikolojik sorunlu bu karakterlerin her şeyden önce kendilerinden korkmalarından, kendi karanlık yüzlerinden ürkmelerinden söz ediyor.


Oğuz Atay’da “Korkuyu Beklerken” Gelenler başlıklı yazısında Devrim Dirlikyapan, söz konusu Atay öyküsüne psikanalitik açıdan yaklaşıyor. Kahramanda, gerçekleştirilemeyen istekler ve toplumun beklediği başarıya ulaşamama gibi nedenlerden kaynaklanan eziklik duygusuna dikkat çekiyor. “Öyküde kimlik dağınıklığının yanı sıra bir çözülmeden de söz edilebilir.” savını ileri sürüyor. (s.137) “Öyküdeki karakterin çözülmüş ben’i daha çok başka insanlarla iletişime geçmek zorundayken ortaya çıkmaktadır.” diyor. Sonuçta, Devrim Dirlikyapan, Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı öyküsünün; “bağımsız kendilik geliştiremeyen bir karakterin, eve kapanma ile ifadesini bulan, karmaşık içsel yaşantısının dışa vurumu olarak görülebileceği” vargısına ulaşıyor.(s.138)
“Korkuyu Beklerken” Bir Varoluş Krizi adlı çalışmasında Ahmet Ergenç, “Oğuz Atay’ın edebi dünyasının mikrokosmosu olarak görülebilecek Korkuyu Beklerken adlı hikâyeyi incelerken, varoluşçuluğa yaslanıp Oğuz Atay’la Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan; Camus, Kafka, Sartre gibi varoluşçu edebiyatçılar arasındaki bağları gösteriyor ve “bu varoluşsal krizi anlamayı ve anlatmayı” başarıyor.

Roman Karakterleri Üzerinden Toplumsalın Eleştirisinde Karakteri Kurucu İmge Olarak Korku, Yalnızlık ve Yabancılaşma adlı yazısında Erkan Karabay, edebiyat dünyası tarafından Gonçarov’un başyapıtı kabul edilen Oblomov romanı ile Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı öyküsünü karşılaştırmalı bir yöntemle inceliyor. Özellikle her iki yapıtta karakterler arasındaki yakınlığa dikkatleri çeken Karabay, “bu karakterlerin içinde yaşadıkları toplumsalın uzağında/dışında, korku ve yalnızlık sarmalında yaşayan özneler olduklarını” belirtiyor. (s. 155) Karakterler arasındaki benzerlikleri etraflıca inceledikten sonra farklı oldukları yerlere de vurgu yapıyor. “Oblomov, yeterli çabayı gösteremediği için kaybeden bir insandır. Oysa Korkuyu Beklerken’in kişisi tam böyle değildir.” diyen Karabay, “onun aslında kazanmayı hak ettiği halde toplumsal sistemin kurbanı olmuş, bu çarpık sisteme eklemlenememiş bir kişi” olduğunu, bu yönüyle de Oblomov’dan ayrıldığı sonucuna ulaşıyor.

“Bir Mektup”, İki Parti, Üç Kayıp başlıklı yazısında Berna Güler, Oğuz Atay’ın yazar olarak yaşamı boyunca hak ettiği ilgiyi göremediğini; ama eserlerinde aydın bireyin çevresinden yabancılaşması konusunu edebiyatımıza getirerek bunu postmodern anlamda ustalıkla işlemiş olduğunu dile getiriyor. Yazısında Oğuz Atay’ın Bir Mektup, Anton Çehov’un Memurun Ölümü ve Nikolay Gogol’ün Palto öykülerindeki başkişilerin, bulundukları sosyal ortamdaki statükolar tarafından yok edilmeleri konusunu başarıyla irdeliyor. Bu üç öyküyü farklı beş başlık altında odağa alan Güler, benzerlikler ve farklılıklar açısından analitik bir çalışma ortaya koyuyor. Bir Mektup öyküsündeki talihsiz kahramanın amirine mektup yazma girişimini büyük bir cesaret, bir kabuğunu kırma çabası olarak görebileceğimizi belirterek, bu kişinin Oğuz Atay karakterleri arasında en çekingen, güçsüz olan karakter olduğunun altını çiziyor.


Burcu Şahin, Türkçenin Parantez İçindeki Delisi yazısında Oğuz Atay’ın Ne Evet Ne Hayır başlıklı öyküsünü inceliyor. Bu öykünün Oğuz Atay’ın Kafkaesk bir yapının hâkim olduğu Beyaz Mantolu Adam, Unutulan ve Korkuyu Beklerken gibi birinci evre öykülerinden farklı olarak, daha çok mektup ya da mektup dilinin egemen olduğu ikinci evre öykülerinden biri olduğunu belirtiyor. Oğuz Atay’ın dille ilgili meselesini “bazen bozan bazen kuran olarak yarattığı kurmaca dünyanın içinde daima dil ile oynamıştır.” şeklinde ifade eden Şahin, “Bu öyküde bozulan cümlelerin de düzeltilen cümlelerin de aslında tek bir kalemden çıkmış olduğu düşünüldüğünde, gerçekten ne çarpıcı bir metinle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır.” diyor. (s.193-194)

Emre Erbatur, Oğuz Atay’ın “Tahta At” Öyküsü ve Erkeklikler yazısında “öykünün farklı okuma biçimlerine, çeşitli kuramsal yaklaşımlara kapı aralayan zengin, çok katmanlı bir metin olduğunu” söyleyerek, bu öyküyü erkeklikler sorunsalı çerçevesinden ele alıyor. Bu açıdan bakılınca, Tahta At öyküsünün “Oğuz Atay’ın kişiliğinden bağımsız olarak bir erkek metni olduğunu” vurguluyor ve şunları ifade ediyor: “ ..çünkü anlatısının evreninde erkeklerin yaşantısını sorunsallaştırır, ters yüz eder ve okuyucusunu kendi toplumsal cinsiyeti ve bu cinsiyet üzerinden biçimlendirdiği tercihleriyle bir yüzleşmeye davet eder.” (s.197)

Son yazı, kitabı düzenleyen Hilmi Tezgör’ün imzasını taşıyor. Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”una Psikanalitik Bir Yaklaşım başlıklı yazısında Tezgör, “babanın ölümü sonrasında ona yazılan mektup” olgusunun “hayatta neler yapıp yapamayacağının artık iyice farkında olmuş bir bireyin iç hesaplaşması” olduğunu belirtiyor ve Babama Mektup’u psikanalizin verileri ışığında açıklıyor. Freud’un sanat ve sanatçılarla ilgili bilimsel yazılarına atıflarda bulunarak, öykü karakterinin iç dünyasını aydınlatıyor böylece. Öykü karakterinin ölmüş babasına mektup yazarak içindeki çelişkilerle yüzleşmesini, geçmişiyle ve babasıyla hesaplaşmasını dile getiriyor ve Tutunamayanlar karakterinin de ana babasıyla, yaşam ve toplumla ilgili sıkıntılarını romanda yer alan şu sözleriyle ifade etmiş olduğunu anımsatıyor: “Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanılacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler.” (s.232) Tezgör, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’da Freud’a ve Carl Gustav Jung’a göndermelerde bulunduğunu da belirtiyor ayrıca. Babama Mektup’taki oğul “Acaba senin bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana.” diyerek ironiyi doruğa ulaştırıyor. Tezgör öyküdeki baba ile oğul karakterlerini benzerlik ve farklılıkları açısından inceliyor ve hayatın acemisi kalmış olan  “Babama Mektup’un yazarı oğul için ‘kaybeden’ denemese de ‘kazanamayan’ denebilir.” sözleriyle yazıyı sonuçlandırıyor.

Fatma Erkman Göstergelerin İçini Oyan Bir Öykü başlığı altında, Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’ni dilbilimsel yönden inceliyor. Öykünün kesitlerini, kahramanlarını, mekân ve zamanını; anlatıcının olaylara bakışı anlamında kip’i ve öyküde “içleri oyulan göstergeleri” gösteriyor.
Melike Saba Akım, Anlaşılmamak Kâbus, Anlaşılmaksa Düş adlı yazısında, Oğuz Atay’ın Demiryolu Öykücüleri-Bir Rüya öyküsünü düşsellik ve gerçeklik açısından ele alıyor. Bu öykünün başka bir gerçeklik üzerine kurgulanmış olduğunu işaret eden Akım, “öyküdeki gerçeküstücü atmosferin yer yer sembolik okumalara olanak verebilecek nitelikte metaforlarla bezeli olduğunu” belirtiyor. (s.259) Ayrıca, Henri Michaux’nun Plume Adında Biri eseri içinde yer alan Kendi Halinde Biri adlı öykü ile Demiryolu Hikâyecileri’ni karşılaştırmalı biçimde ele alarak, bu öykülerin Kafkaesk atmosferine değiniyor. Modernist imgenin ya da Kafkaesk tonun Demiryolu Hikâyecileri öyküsünün her yerine yayılmış olduğunu ifade ediyor. Öykünün bütününde Atay’ın sanat ve rüya arasında bir koşutluk kurduğunun düşünülebileceğini belirterek,  “Buna göre, sanatla uğraşmak, böylesi bir dünyada düş kurmaktan farksızdır. Ya da şöyle diyelim: Sanatçı, yaşama özgü nesnel gerçekliğin değil, kendine has düşsel bir gerçekliğin içinden üretir; yaşamla mücadelesini başkalarınca anlamlandırılamayan bu yolla vermeye çalışır. Dolayısıyla metindeki üç hikâyeci, ne istasyon şefi, ne sucuk ekmekçiyle elmacı, ne de yolcular tarafından anlaşılırlar ve içinde bulundukları toplumla uyumsuz düşerek günden güne daha da yalnızlaşırlar.” yorumunu ekliyor. (s.265)

Yedi yıl süren yazarlık döneminde, anlaşılamamanın getirdiği büyük yalnızlığı yaşayan ve o kısacık zaman parçasına öncü dünyalar sığdıran Oğuz Atay’ın öykülerini çözümleyen bu derinlikli kitap, Oğuz Atay seven okurlara, modernist edebiyatın öykü boyutuyla ülkemizdeki durumunu değerlendirmeye çalışan araştırmacılara yol gösterici nitelikte...

“Korkuyu Beklerken” Gelenler’i başucunuzdan ayıramayacaksınız.

HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com

(“Korkuyu Beklerken” Gelenler, Oğuz Atay Öyküleri Üzerine Yazılar, Haz: İlhami Tezgör, İletişim Yayınları, Ekim 2011, 271 s.)
Bu yazı 2011'de Edebiyat Haber  İnternet Sitesinde; Temmuz- Ağustos 2012'de AKKÖY Edebiyat dergisinde yayımlandı.

YAĞMUR ÖNCESİ KARANLIĞINDAN SESLER VE YANKILAR

$
0
0


**Kemal Özer’in Öyküleri**


Kemal Özer, toplumcu şiirin ustalarından biriydi ve ömrünü, aydın sorumluluğu ile “karanlığa karşı şiir mumları yakmaya” adayan bir kimlikti edebiyatımızda.
1935’te doğan Kemal Özer’in şiire adım atması, İkinci Yeni içinde yer almasıyla başladı ve bir süre şiirlerini bu akımın ilkelerine göre yazdı. Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde 1977 itibariyle Kemal Özer’i şöyle değerlendiriyordu: "İkinci Yeni'nin en çok sözü edilen şairlerinden olan Kemal Özer'in şiirlerinde, uzak çağrışımların izinde yürümekle çözülebilecek gizli bir bütünlük kaygısı seziliyordu. Şairliği, yeni aşamalarda, toplumsal eylemlere, yurdun ve dünyanın politik-güncel olaylarını şiirleştirmeye yöneldi."


İkinci Yeni’nin kendine özgü kapalı, imgesel ve bireyin iç denizlerine açılan şiir anlayışı,  Kemal Özer’in yazdığı ilk üç şiir kitabında ifadesini buldu. 1973 sonrası kitaplarında toplumcu imgelerin ağırlık kazandığı dikkati çekti. Kemal Özer, oldukça verimli bir toplumcu şiir yaşantısından sonra Haziran 2009’da hayata gözlerini yumdu.

Kemal Özer’in şair kimliği, çoğu zaman öykücü kimliğinin önüne geçti; hatta onu gölgede bıraktı denebilir. Onun öykülerini toplu olarak bir araya getiren Baba ile Kız adlı kitabı, ilk olarak 1999’da yayımlanmıştı. Geçtiğimiz aylarda Baba ile Kız’ın yeni basımı Varlık Yayınları arasında yerini aldı. Kemal Özer, yıllar önce yazdığı bir mektupta “Bir resim yapıp bana gönder, bakınca seni anımsarım.” diyen kızına, öykülerini topladığı bu kitapla yanıt verirken, “Sende kendimi görmek istediğim bu öyküler nasıl bir resim çizdiyse o da benim. Geçmişin resminde bugünün çizgileri nasıl yer aldıysa, bugünün resmine geçmişten kim bilir neler sızmıştır...” diyor.


Bu kitapta, Kemal Özer’in öykücü kimliğini yeniden keşfetme süreci;  kendimizi farklı, sıra dışı ve yepyeni düşlerle dolu, yaratıcı bir okuma serüveni içinde bulmamızı sağlıyor. Özellikle 1954-63 yılları arasında, Seçilmiş Hikâyeler, a, Dost, Değişim, Dönem gibi dergilerde yayımladığı ilk öykülerinin 1950 Kuşağı öykücülerinin paralelinde ilerleyen, bireyin iç dünyasından dışa doğru açılan öyküler oldukları görülüyor. Böyle bir keşif, Kemal Özer’in yazınsal yaşamını farklı bir pencereden değerlendirme olanağı da sağlıyor. Kitabın ilk bölümünü 1954-63 öyküleri oluşturuyor.



Bu bölümün öncesinde yer alan Karabasan, Mektup ve Yanıt adlı üç metnin edebiyat estetiğinin doruklarına ulaşan anlatılar olduklarını; insan ruhunun en gizli köşelerine kadar ulaştıklarını belirtmek gerek. Özellikle Karabasan’da dile getirilen karabasan atmosferi; insanın derinliklerine açılan, onu varoluşun girdabına çeken, ölümün gizlerini sezdiren, inanılmaz yoğunlukta bir şiirsel dil ve bilinç akımıyla oluşturuluyor. Bir ölüm karabasanı, hem dış hem de iç seslerle örgülenerek, varoluş ve ölüm katmanları içinden çapraz geçişlerle aktarılıyor.


İlk bölümdeki öykülerin “ben- öyküsel anlatımla” yazıldığı, öykü kişilerinin hepsinin içe dönük, yalnız, uyumsuz, toplumun dışında kalmayı yeğleyen sorunlu bireyler oldukları görülüyor. Okurken, 1950 Kuşağı’nın usta öykücülerinin metinlerindeki o muhteşem tadı ve derinliği buluyorsunuz. Kemal Özer, şairliğinden damıttığı imgeleri, dilin güzelliklerini de öne çıkararak öykü metinlerine motif motif işliyor; dille bambaşka dünyalar kuruyor.


İlk öykü, Kadın Ağlamayı Bilmiyordu’da bir okul çocuğunun gözündeki kamera ile İstanbul’un eski mahallelerini, tozlu, dar sokaklarını, köhne ve kirli hanlarını dolaşıyor, çocuklara özgü naif bakış ile olayların farklı ve masalsı nedenlere bağlanmasını ilgiyle okuyoruz. Öyküdeki çocuk, sık sık, içinde açılan ve kapanan pencerelerden söz ediyor. Düşler gerçekleri yağmurun getirdiği sis ve pusla sarıyor. “Erik olsa, ağzım buruşa buruşa yesem. Yağmur suları yüzümün iki yanından süzüle süzüle, erik yesem. Odama çıksam, masamın üzerinde bir tabak can eriği.. Yağmur tabağın içine yağsa.. Yağmur benim içime yağsa.. Ağlasam.” (s.22)


Yaşam kesitleri tarzında işlediği bu öykülerinde Kemal Özer, metne düşsellik, masalsılık kazandıran imgeler oluşturuyor; böylece öyküler anlam açısından genişleyip zenginleşiyor; okuyanda çoğalıp yeni estetik tatlar içinde sürüyor. Kitabın en sarsıcı öykülerinden biri Lüferler’de sorunlu bir kişilik taşıyan anlatıcının gözünde “lüfer” ile “kadın” imgesinin birleştirilmesinden oluşan yan anlamlar öyküyü kuşatıyor; fahişelerden ve genelde kadınlardan nefret eden katil ruhlu bir adamın patolojik dünyasında soğuk ürperişler içinde kalıyoruz. Lüfer ve kadın koşutluğunu, yazar öyküde psikolojik derinliği sağlamak için kullanıyor. Öykünün atmosferi de anlatıcının yaşadığı boğuntuyu duyumsatıyor.


Saraydan Kız Kaçırmak öyküsünde zaman-mekân geçişleri, sıra dışı imgelerle sağlanıyor; bu geçişler bilinçaltını ortaya çıkaran söz ve söz akışları halinde gerçekleştiriliyor. Ekmek, Peynir ve Şarap öyküsünde aylak bir adamın dünyası var; boşta gezen, ruhen boşluğa düşen bir genç ve ergenlik çağında bir kız... Öyle bir kaos anlatılıyor ki burada, onu, yüreğinizin tam ortasında hissediyorsunuz. Masalsı bir boşluk örüyor ruhun ağlarını. “Balıkçı kulübelerinin önünden geçerken bir tutam çocuk çığlığı da benimle birlikte koşmaya başladı.” (s.32) diyen anlatıcının sesi de bu çığlıklara karışıyor. Ağustos’tan (I ve II) öyküleri de, boşlukta canı sıkılan insan ve sıkılmış gökyüzü imgeleriyle; insanın içinde yağmur karanlığını damıtmasıyla yoğun etkiler bırakıyor. Gecikmiş Bir Yaz Günü’nde düşsel ya da bir sisin içinden geçen yaşam gerçeklerinin kesitler halindeki parçaları yer alıyor. Bir kayıp oğlun hikâyesidir burada dillendirilen; bir masal, bir şiir üslubu içinde acı gerçeklerin eritilmeye çalışıldığı bir “gidenler dönmeyenler” anlatısı…


Körfezdeki Girinti’den adlı öyküde, büyük bir kederin ya da olası bir intiharın yükünü, “irinli bir doluluk” olarak ruhunda taşıyan anlatıcının bunalımı, kendi dilinden ifadesini buluyor. Gidiş öyküsünde ise, büyüklerinden sevgi ve ilgi görmeyen, o nedenle bahçede sessizce tek başına oynayan, yalnızlığıyla arkadaş olmuş bir çocuğun yaşantılarını okuyoruz. 


Kitabın ikinci bölümündeki öyküler, Kemal Özer’in 1998-99 arasında yazdıklarından oluşan bir toplam. Bu öykülerin, dış dünyaya ve toplumsal gerçekliklere biraz daha açık olduğu görülüyor. Karşı Kıyı, yurt dışında okyanus kıyısındaki küçük bir kentte tanık olunan bir dalgasal gelgit olayı üzerine inşa ediliyor. Bu öyküde, simgelerin etkili kullanılmasıyla sıra dışı bir öykü estetiğine kapılar açılmış. Uzaklık, kendi evine varamamak, hep karşı kıyıda olmak… ve bir gün karşı kıyının yok olması… suların çekilip tekrar yükselmesi aralığındaki o kısa sürede sahilde ortaya çıkarak yaşama gülümseyen inanılmaz küçük bir çiçeğin varlığı… ve o “öykü çiçeği” öykü okurlarının yüreğinde de açacak gibi… Yeni Bir Albüm İçin Görüntüler de düşsel motifler taşıyan ilginç bir öykü. Geceler Ülkemdir, bütünüyle toplumsal göndermeler ve metafor anlamlar içeren derin ve karanlık, bir başka öykü… Bu bölümün diğer öykülerinin, Kemal Özer’in yaşamından izler taşıyan, gerçeğin öyküye dönüşümüyle oluşan şiir tadında metinler oldukları fark ediliyor.

Kemal Özer’i öykücü kimliğiyle tanımak, yazınsal açıdan muhteşem bir keşif serüveni... Onun, anlamlı ve onurlu yaşamından, kendine özgü o ışıltılı varlığından şiirlere, şiirlerden öykülere dokuduğu imgeler, kesitler, sesler, pırıltılar, sisler, yağmurlar, uçurumlar…  yüreğinizdeki öykünün satırlarında yankılanacak…

(Kemal Özer, Baba ile Kız, öykü, 80 s., Varlık Yay. 2012)

HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com
TARAF KİTAP Eylül 2012

ONUR ÇALI'nın ilk öykü kitabı...

$
0
0








ONUR ÇALI'nın ilk öykü kitabı yayımlandı: "Eksik Yıl"

(Ekim 2012, Komşu Yay. Sıcak Nal dizisi)







"Hayatın bilgisini veren öğretmenin kitabında, kış gecelerinde

annemiz yemek yapar, babamız televizyon karşısında, elinde 

gazete keyif çatar. Sobanın yanı başında kedimiz uyur değil 

mi? Değil. O da değil!"


NİLGÜN MARMARA’NIN YAŞAMI VE DİZELERİNİN İZİNDE(Günlüğümden)

$
0
0





21.12.2007


Günlerce süren Sylvia Plath yolculuğumda en yakın yol arkadaşım Nilgün Marmara oldu. Yaşamları, sanat anlayışları ve genç yaşta intiharları gibi ortak noktaları bulunan bu iki şairden Nilgün Marmara’yı ilk olarak 1980’lerde, Hürriyet Gösteri dergisinde yayımlanan derinlikli bir şiiri ve güzel bir fotoğrafıyla anımsıyorum. Uzun saçları, açık renk oldukları fark edilebilen gözleri, gülümseyen genç yüzüyle, siyah-beyaz bir fotoğrafın içinden bakıyordu. Bu denli anlam katmanları içeren, gizem dolu felsefi şiiri fotoğraftaki bu genç kız mı yazmış?” diye düşünmüş; şiirini hayranlık ve beğeniyle okumuştum defalarca. Onunla yaşıt oluşumuzdan da etkilenmiştim. 


Yaşamöyküsünde, iyi okullardaki başarılı bir öğrencilik dönemi dikkati çekiyor öncelikle. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde bitiren Nilgün Marmara,  İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı ama o yıllarda baskı ve şiddet içeren davranışlarıyla kendisine itici gelen “kumaş pantolonlu ülkücüler” nedeniyle okulu bırakıp yeniden üniversite sınavına hazırlanmaya başladı. Bu kez durağı, yüzü Batı’ya dönük, daha farklı ve demokratik ortamlı bir okuldu; Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü. Bu üniversiteden 1985’te mezun olan Nilgün Marmara,  bana da kılavuzluk eden bitirme tezini, Sylvia Plath’ın şiirlerinin intiharı bağlamında analiziyle ilgili hazırladı. Plath’ın bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa odaklanmış dünyası, genç Nilgün Marmara’yı etkiledi. Bu arada 12 Eylül askeri darbesi geldi bütün acımasızlığıyla.  Sıkıyönetimin gölgesi altında yaşamaya başladı arkadaşlarıyla birlikte. 1982’de yaşamına giren, âşık olduğu bir gençle evlendi. Sanatla edebiyatla birlikte dolu dolu yaşamaya devam ediyordu. Kendisi ve eşi, şair ve yazarlardan oluşan güzel bir topluluk içinde yer alıyorlardı: Cemal Süreya, Ece Ayhan, İlhan Berk, Edip Cansever, Tomris Uyar… Ev toplantıları, rakı ve şiir sohbetleri… Ele avuca sığmayan, aklına eseni yapan, afacan bir çocuk denecek kadar şakacı ve bir o kadar naif bir genç kadındı Nilgün Marmara. Cemal Süreya ona “Çılgın Zelda” adını yakıştırmıştı. Ece Ayhan, “Nilgün Marmara, uçsuz bucaksız sivil şairlerden biridir.”diyerek, onu ayrı ve özel bir yere almıştır. Seyhan Erözçelik ise şöyle anlatır Nilgün Marmara’yı: “Zehir zekâ. Kristal duyarlık. Ama çocuk ve hanımefendi.” Yakın arkadaşı Gülseli İnal, onun Sylvia Plath’ın kırılgan yaşamından etkilenerek “ölümü içkinleştirdiğini”  dile getirir.


Evliliğinde bir sorun görünmüyordu ama doğurganlığı reddediyordu Marmara. Dünyaya bir çocuk getirme sorumluluğu ağır geliyordu belki de. Yakınlarından birisinin anlatımıyla, Nilgün Marmara anneliği çok önemsiyor ve bir çocuk dünyaya getirdiğinde onu incitmekten korkuyordu. Şiirlerini hiç kimseye göstermiyor, kimseyle paylaşmıyordu. Daha sonraları bu şiirleri daktiloya çekmeye başladı. Yavaş yavaş bir bunalımın pençesinde buldu kendini. Psikiyatra da gittiği halde bir sonuç alamıyordu; çünkü okumaya ve özellikle yazmaya ara vermesini istiyordu doktoru kendisinden. Bu ise ölümün başka bir şekliydi Nilgün Marmara için. Ruhu giderek ağırlaşıyor, yaşam bir yük gibi omuzlarını çökertiyordu. Şiirlerindeyse acılardan oluşan bir tortu vardı: Ölüm. “Ey iki adımlık yerküre/ Senin bütün arka bahçelerini /gördüm ben” dizelerindeki yoğun karamsarlık, günlüklerinde ve öteki şiirlerinde de yansıdı.


Ne yazık ki 13 Ekim 1987’de, henüz 29 yaşındayken “yaşama karşı ölüm” dedi ve kendini evinin beşinci katından atarak yaşamına son verdi.


Şiirleri ölümünden sonra kitaplaştırıldı: Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988) Metinler (1990) Kırmızı Kahverengi Defter (1993) adında üç hüzünlü kitap. Kırmızı Kahverengi Defter’de “Yaşamın neresinden dönülse kârdır.” diyerek ölüm arzusunu haykırıyor Nilgün Marmara. Yaşama sımsıkı sarılmak yerine yaşamdan kaçmayı yeğliyor. Bu kaçışı, üç yapıtında, varoluşa karşı duyulan güçlü bir tiksinti duygusu ile ifade ediyor. Nilgün Marmara bu tiksinti duygusunu “cinayet doğurulmuş olmaktır” cümlesiyle anlatıyor. Sylvia Plath incelemesinde, Nilgün Marmara, Beckett’ın ‘doğmak üzere olmaya’ ilişkin ilginç metaforunu anımsatıyor. “Beckett, annelerimizin mezarlarımızın üstünde bacaklarını açtıklarını ve bizi mezarlarımızda doğurduklarını söyler.” diyerek, yaşamaya başladığımız anda ölmeye de başladığımızı; varoluşun çürümeye doğru evrilen bir süreç olduğunu ima ediyor.  


Günlüğüne yazdığı satırlar bu düşüncelerini pekiştirir: “Kendilerini ölmeden ceset olarakalgılayanlar intiharlarını başkalarının bir vasiyeti gerçekleştireceği gibigerçekleştirir. Ölüm yaşarken vardır, olmuştur cesedi yakarak ortadankaldırmak gerekir.” Bu dizelerin izinde, Nilgün Marmara’nın ölüme atlayışı, yaşarken ölmüş olan ruhunu ve bedenini yakarak ortadan kaldırmak anlamına da gelir bir bakıma.

22.12.2007

Nilgün Marmara’nın Gösteri’deki o etkileyici şiiri ve fotoğrafından bir süre sonra onun intiharını öğrendiğimde derin bir acı yaşadım içimde. Aynı kuşaktan olmamız, aynı üniversitede okumamız, kendimi ona yakın hissetmemi sağlıyordu. 1975-78 arasında Boğaziçi Üniversitesi’ndeyken sanırım kendisiyle zaman zaman aynı mekânları paylaştığım bir öğrenciydi. Ya da ben ayrıldığım yılda girmişti üniversiteye; onunla tanışmadım, yollarımız kesişmedi. Ama tanışmayı o kadar çok isterdim ki…


Geçenlerde okuduğum K Dergisi’ndeki yazıda (sayı: 59) ablasının anlattığına göre “sola yakındı ama Tanrı gibi politikaya da, ikiyüzlü politikacılara da inanmazdı.”  Çünkü o ‘din afyondur’ diyen bir babanın kızıydı… Boğaziçi’nde ne apolitiklerin buluştuğu ‘Sosyete Kantini’ni, ne solcuların ‘Orta Kantin’ini, ne de faal olan üniversite kulüplerini severdi, deniyor. O, kışın Kırmızı Salon’da oturup küçük bir şiir grubunda şiir çevirileri dinler, yazın da ünlü ‘Umutsuzlar Merdiveni’nde saatlerce oturup etrafa bakarak zaman geçirirdi diye anlatılıyor. Taksim Sanat Evi’ne gitmeyi ve Sinematek’te film izlemeyi yeğliyordu, şeklinde yazılıyor.


Anladığım kadarıyla hiçbir gruba, hiçbir düşünceye kendini yakın hissetmemişti Nilgün Marmara. Bense Boğaziçi günlerimde ‘Orta Kantin’ sakinlerindendim. Çeşitli gruplardan arkadaşlarla yaşamı, dünyayı sorguluyor; kendi ütopyalarımızın ardında, dünyayı ve Türkiye toplumunu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorduk. Bizim için bireysellikten önce toplumsallık ön plandaydı. Bu toz duman arasında bireyin toplum içindeki kendine özgü varoluşunu irdelemeyi ya unutuyor, ya erteliyor ya da görmezden geliyorduk. Nilgün Marmara, sanırım daha farklı bir pencereden bakıyordu yaşama. Her türlü kalıbın, şablonun, ezberin, dogmanın, tabunun karşısında duruyor; kendi bireysel varoluşuyla yaşamın ezici ağırlığına katlanmaya çalışıyordu. Tek başınalığını, derin dostluk bağları kurduğu birkaç kişiyle aşıyordu; bu tarz yaşam, ona ve onun kişilik yapısına daha uygun görünüyordu.


İçindeki varoluş sevinci günden güne tükendikçe, Nilgün Marmara’nın da yaşama karşı umutsuzluğu artıyor ve bu umutsuzluk arttıkça, yapıtlarında “öte” bir yaşamı özleyen bir insanın sesi duyuluyor: “Yeryüzününtüm bağırsakları uzunluğunca umutsuzluğumuz (…) Çıkış yolu mu? Arka pencere hangi gezegene açılır?”


O kopkoyu umutsuz dizeleri okuyunca “Keşke içinde bizimki gibi, gelecek güzel günlere duyulan o inanç ve umudu taşısaydı,” diye düşünmeden duramıyorum elimde olmadan.


Orhan Kahyaoğlu, Radikal Kitap’ın 20.04.2007 tarihli sayısındaki yazısında Nilgün Marmara’nın Daktiloya Çekilmiş Şiirler’inin üçüncü basımı dolayısıyla önemli saptamalarda bulunuyor: “Hiçlik duygusu, her modern şiirin köklerinde belirebilir. Ancak, Marmara, şiirinde, tamamen kendine has bir imge yoğunluğu ve kosmosla hiçliği bambaşka bir anlamsal dünyaya taşıyor. Reel hayatı daimi dışlayışının nedeni de bu. Marmara şiirinde nadir rastlanan bir sözcük özeni ve çeşitliliği var. Kurulan imgeler yer yer savruk olsalar da anlam dünyasıyla devamlı hesaplaşır özellikte. Doğa ile evren, varoluşla beden, korku ile çocuksuluk ve aşk aynı şiir çemberi içinde apayrı göndermelere taşıyor okuru. Başta 'mor' olmak üzere renklerin bu kurulan kozmik dünyada özel ve zengin çağrışımları var. Ve tüm bunların yanında kendine has bir gizemcilik. Şiirlerde ölümle hayat arasındaki gidip gelişlere de şiirler boyu rastlamak mümkün.  Bazı şiirlerin, farklı bağlamlarda izlenimci bir algıyla da bağı var. Diğer yandan 'zaman' kavramının ilk kez bu denli başkalaştığı, kozmik dünya ve beden arasında kurduğu bağ dikkat çekiyor. Aslında, şairin, diplerde geniş anlamda otoriteyle de yoğun bir hesaplaşması sıkça dikkat çekiyor. Net olmayan, kendine has bir görsellikle de bazı şiirlerde baş başa kalınıyor.”şeklinde yazıyor Kahyaoğlu. Yaşarken şiirlerinin yayımlanmamış olmasını bir talihsizlik olarak görüyor olsam da kitaplarındaki sağlam ve unutulmaz dizeleriyle Nilgün Marmara’nın ölümsüzlüğü yakaladığını ve genç kuşaklar arasında ‘bir efsane şair’ olduğunu düşünüyorum. 


23.12.2007


Bugün içimde büyük bir duygu yoğunluğu... Kitaplığımın bir köşesinde yıllar öncesinden kalan, Daktiloya Çekilmiş Şiirler’in ilk basımını buluyorum. Şiir Atı Yayıncılık tarafından yayımlanmış; 1977-1987 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşan bir toplam. Şairin yaşamını göz önüne aldığımızda bu şiirlerin ana izleğinin “ölüm” olması hiç şaşırtıcı değil. O yıllarda oldukça pahalı olan beyaz, güzel kâğıtlara, tertemiz bir baskıyla, iplik dikişli ve şömizli olarak hazırlanmış; hâlâ bütün güzelliğiyle duran bir kitap. Nilgün Marmara’nın güzelliğini anımsatan, ona yakışır bir yapıt bence. Bu kitabın içinden bir ölüm şiiri yazacağım defterime, başlığı bulunmayan:

“Dirim çürüyor yanıbaşımızda!/ Dağılıyor kokusu ölümün,/ bu bezgin şafaktan./ Sırt dönüşler, yalanlar, aşağılamalarla/ daha da ıralıyor canı/varoluş sevincinin.
Ölümse bilir nasıl çakacağını/-elden ve ayaktan-/ Kendi kararı ve sonsuzluğuyla/yakın kılar artık,/cansız olmayı!” (s.104)


Nilgün Marmara, şiirlerinde, kendi içinde ölümcül bir ur, bir kan tortusu gibi büyüttüğü ölümü, ölüm tutkusunu başka birçok şiirinde dile getiriyor. Kopuş Beklentisi başlıklı şiirinde ölümü, olası ölümünü betimlerken, kara bir melek gibi anlatır kendi geleceğini: 


“Tümden şaşkınlık olacak vardığımda/yeryüzüne./Toprak, soytarı üyelerine karşın kucaklayacak/bedenimi./Şekilsizliğim su bakışıyla/sınırlanacak zengin bir örgüde./Kaygı uçuk bir renkte duraklayacak,/dolaysız güneş sakınımı silecek, oyuklarıma/gizlerini dizerken./ Can çekişirken belitler konutlar çöplüklerde/ ayak dibinde,/Geçmiş süngülenirken sonsuz havuzunda özün,/ eşsiz bir hayatı/devinecek/ Endişeden kaçan küçük bulut,/Maviden kopup düştüğü yerde.”  (s. 20)  


Daktiloya Çekilmiş Şiirler, kendini kolay ele vermeyen, birkaç kez okunmayı gerektiren dizeler ve imgelerle dolu, gizemli bir şiir serüveni. Her şiirden yükselen ölüm tonlaması, bazen çığlık bazen de fısıltı biçiminde duyulmakta; bazense satır aralarında gizlenmiş, ya da dizelerdeki bir metaforun içinde hapsolmuş durumda.


Nilgün Marmara şiirinde ilgimi çeken yönlerden biri de şairin “şiir dili”ne kazandırdığı yeni sözcükler. Sözcüklere ekledikleri yeni anlamlarla ya da yepyeni sözcüklerle dile katkıları; şairlerin, var olan dili geliştiren, yaratıcılıklarıyla içine doğdukları dili yönlendiren, ona yeni anlam, imge ve ses zenginlikleri kazandıran kişiler olduklarını düşündürüyor bana. “Dünyaya dilin içinden bakarken” bu bakışa yeni açılımlar kazandıran, halkın kadim sözcelerinden de yararlanan kişilerdir şairler. Nilgün Marmara’da rastladığım farklı sözcüklerden birkaçı:“belit, ıramak, bakışımlı, kalık, özek, ürkünç, tozan, kayra, ikircillik, candaş, üzüntüdaş, yoksamak, susmaklı, yeğin, görüm, yomsuz, iyicil, çağrılatan, açımsamak, gökel dertoplanmak, sakınım, irme, aygömütlü, önbili, eskil, kayakulak,  yergök…” Bu sözcükler şiirlerin metnine öylesine uyumlu biçimde dokunmuş ki bana hiç yadırgatıcı gelmedi; tam tersine, şiirsel estetiği kuran yapı taşları olarak göz dolduruyorlar. Aynı zamanda bu farklı sözcükler, Nilgün Marmara’nın söz dağarcığı gelişkinliğini kanıtlamakta. Bilge Karasu’nun öyküleri ve öteki metinlerinde gerçekleştirdiği halkın yüzyıllarca ürettiği dilden gelen kadim ve arkaik sözcüklerle yazma başarısını, Nilgün Marmara şiirde gerçekleştiriyor. Nilgün Marmara’nın şiir dünyası üzerinde yapılacak çalışma ve araştırmalarda bence şairin dil yönü üzerinde de önemle durulması gerekiyor.

 24.12.2007

            İçimden dizelerini hiç söküp atamadığım, tanışma olanağı bulamadığım, kuşak arkadaşım olan bu kadın şairi, o güzel yüzü ve parıldayan gözleriyle eski bir edebiyat dergisinin sayfasındaki fotoğraftan bana sevgiyle bakarken anımsayacağım.


           Ahmet Oktay, intihar eden şairlerle ilgili oluşturduğu özgün şiirsel yapıtı Yol Üstündeki Semender’de şöyle der: Edemediğimiz / ve edebileceğimiz / tüm intiharlar /  ateşten gözleriyle bakıyorlar / yol üstündeki / bir semender gibi ”   Nilgün Marmara’nın Mayıs 1985’te yazdığı Semender'den dizeler yazacağım defterime; onu kendi şiiriyle selamlayacağım bugün:


          “Suyun gizli kışlarında,/Kör bir semender yüzer yüzyıllar boyu./Her gece bir mağara duvarında bunu bilerek,/Uyuturmuş gölgesini mavi bir köle.   Dağları kölenin danseder karanlıkta, /Sırf kanatlar düş kalsın,/aynı duvarda köle tek kalsın/ve yüzsün semender kendi yok yolunda.
Kör semender!/Aşınmaz mı elleri yordam adına?/Gözsüz kafası elbet kopar,/Elleri göz olur, gözleri el.”


Hülya Soyşekerci

“Yazarlar ve Yapıtlara Okumalar”, günlük, Kanguru Yayınları- 2008’den alıntıdır.

  



Taraf Kitap Ekim 2012 sayısındaki yazım: Selma Sancı'nın romanı ESPAS

$
0
0

Selma Sancı'nın ilk romanı Espas hakkındaki yazım...

Günlüğümden: Cesar Pavese'nin yaşamı ve yapıtlarına dair

$
0
0



Günlüğümden:
Cesar Pavese'nin yaşamı ve yapıtlarına  
dair

“HER ŞAİR TATMIŞTIR ACIYI...”
                                                                              (Cesare Pavese)

08.11.2006

“Her şair tatmıştır acıyı, şaşkınlığı, sevinci. Büyük şiir karşısında duyduğumuz hayranlık, hiçbir zaman ondaki şaşırtıcı ustalıktan değil, içindeki yepyeni buluşlardan ileri gelir. Bir sıfatın daha önce birlikte görülmediği bir isimle yan yana getirildiğini gördüğümüzde heyecanlanıyorsak, bundaki incelik, yaratıcılık parıltısı, şairin ustalığı değil, bu birleşmenin aydınlığa çıkardığı yeni gerçeklerden duyduğumuz şaşkınlıktır bizi etkileyen. (...)Zaferin tadını çıkarabilmemiz için ölülerin dirilmesi, yaşlıların gençleşmesi, uzaktaki dostlarımızın dönmesi gerekir. Biz bunun düşünü dar bir çevrede, bizim için bütün dünya sayılan bildik yüzler arasında kurmuştuk; şimdi büyüdüğümüze göre, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin gene bu yüzlerde yansımasını isteriz. Oysa onlar yaşlanmış, ölmüş, kayıplara karışmışlardır. Bir daha dönmemecesine. Bu durumda umutsuzca çevremize bakar, bizi yalnız bırakan, ama bizi seven, yaptıklarımıza hayranlık duyacak olan bu küçük dünyayı yeniden yaratmaya çalışırız. Ama böyle bir dünya yoktur artık. (...)” 

İtalya’nın en önemli şair ve yazarlarından Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı adlı günlüklerinde böyle yazıyor bütün içtenliğiyle. Şiirin, yazma sanatının büyülü dünyası içinde kendini var edebilme, yaşama uğraşında onun en önemli dayanak noktasını oluşturuyordu.

Cesare Pavese’nin yaşamına ve yazdıklarına ilgi duymam Tezer Özlü ile başladı. Onun Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta izini sürdüğü yazarlardan birisi de Pavese. Yaşamı boyunca yakasını bırakmayan intihar saplantısı ve karmakarışık iç dünyasıyla o denli yakındır ki Tezer’e. Cesare Pavese 9 Eylül 1908'de İtalya Torino'da doğdu. 1914'te babası beyin kanserinden öldü. Lisedeyken tek yakın arkadaşının intiharı, yine aynı zamanlarda başka bir öğrencinin kendini öldürmesiyle; “intihar” onun için saplantı haline geldi. Torino Üniversite'sinde edebiyat okudu ve birçok ünlü yazarın eserlerini İtalyanca'ya çevirdi. La Cultura adlı bir dergi çıkarmaya ve bu dergide yapıtlarını yayınlamaya başladı. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının öncülerinden sayılan Pavese, dizeleriyle olduğu kadar, romanlarıyla da ilgi uyandırdı. Üniversitedeki son yıllarında beş yıl süren ve sonu düş kırıklığıyla biten aşk ilişkisinin sonunda iyice karamsarlığa gömülen Pavese birçok romana imzasını attı ve türlü edebiyat ödüllerine layık bulundu. O sıralarda başka bir kadın hayatına girdi ve evlilik planları yaparken, kadın onu terk edip Amerika'ya gitti. Pavese'yi hayata bağlayan hiçbir şey kalmamıştı artık. Büyük bir hayranlık duyduğu Amerikalı yazar T.O. Mathiessen'in 1950 Nisan'ında intihar etmesiyle iyice kabuğuna çekildi Pavese. 

1950’de yazarlık hayatının doruğuna ulaştı, ama özel hayatında gerçekten çok yalnız ve bunalımlıydı. Kendisini yıpratıp tüketen aşk ilişkileri hayatla bağını giderek kopardı;  intiharı daha sık düşünmeye başladı. Yaşama Uğraşı’nda bu durum bütün açıklığıyla karşımızda çıkar. 1950 Nisan’ında, Yalnız Kadınlar Arasında adlı kitabına verilen Strega Ödülü’nü aldıktan sonra Torino'da bütün özel kâğıtlarını yok etti ve bir otel odasında, 26 Ağustos 1950 günü uyku hapı alarak yaşamına son verdi. Önemli bir edebiyat ödülü almak, yazın sanatında doruğa ulaşmak bile yetmemişti Pavese’ye. Yaşamındaki sevgi boşluğunu, kendisini bir kara delik gibi ölüm girdabına sürükleyen duygusal uçurumu hiçbir şeyle kapatamadı ne yazık ki…



09.11.2006

Pavese’nin yapıtlarında bence en önemli unsurlardan biri kır yaşamının bütün zenginliğini ve doğanın güzelliğini başarıyla yansıtan betimlemelerdir. Çocukluğunda ailesiyle birlikte yaz aylarını köydeki çiftliklerinde geçiren Pavese, köy yaşamını, çevresindeki kırları, yemyeşil tepeleri, doğanın bütün canlılığını, yaşamın içinde çürümeyle birlikte var olan ölümü, özellikle ilk romanlarında pastoral bir duyumsama ve anılardan beslenen bir esinlenmeyle anlattı. Babalarını erken bir ölümle yitirdikleri için, geçim sıkıntısı başladı ailede. Santo Stefano Belbo'daki çiftlik de satılınca Pavese, çok sevdiği kırlardan ve tepelerden uzaklaşmış oldu. Yazar, gençlik yıllarından itibaren yalnızlıktan hoşlanan, içedönük biri oldu. Pavese, Torino Üniversitesi’nde İngiliz ve Amerikan edebiyatıyla yakından ilgilendi. 1933 yılında kurulan Einaudi Yayınevi’nde görev aldı. Çeviriler yapması, bu dönemine denk düşer. 

Pavese’nin önemli bir yönü de demokratik bir toplum özlemiydi. Faşizm karşıtı çalışmaları nedeniyle 1935'te tutuklanarak bir yıl hapis yattı. Dört duvar arasında zorunlu geçen bu bir yıllık yaşam, onun hassas iç dünyasındaki sarsıntı ve kırılmaları giderek artırdı bence. Pavese’nin yaşamındaki bu duruş ve ödün vermeyen tavır, onu siyasal açıdan da örnek bir yazar konumuna getirdi. O, yaşanan bütün toplumsal mantıksızlıkları görüyor, faşizme boyun eğmiyor, başkaldırısını kendi içinde çoğaltıyordu. Sessiz bir isyancıydı Pavese. Brancaleone Hapishanesi'ndeki bir yılından esinlenerek Carcera (Hapis) romanını yazdı.  Duygusal yönden aşırı hassaslığı, yaşamında hem yalnızlığı seçimi hem de sevdiği kadınlarla uyum sağlayamayışı ya da terk edilişleri, onun çocukluğundan beri geliştirdiği kırılgan kişilik yapısını daha da olumsuz yöne taşıdı. Dilimize çevrilen yapıtları: Yaşama Uğraşı /günlük (1935-1950) , Ağustosta Tatil /öyküler, Ay Ve Şenlik Ateşleri /roman, Güzel Yaz /roman, Leuko İle Söyleşiler /deneme, Senin Köylerin /roman Tepedeki Ev /roman, Tepelerdeki Şeytan /roman, Yalnız Kadınlar Arasında /roman, Yoldaş /roman. Bunlardan Yoldaş, oldukça farklı bir içeriği sergiler. Yazar’ın Yoldaş'taki kahramanı işsiz, eğitimsiz genç Pablo'dur. Pablo'nun büyük kentlerde toplumsal dayanışmayı öğrenmesi, kahvelerden, meyhanelerden, hapishanelerden aktarılan insan manzaraları, Yoldaş'ı ilgiyle okunan bir roman haline getiriyor. Bu roman, toplumcu düşüncenin umuduyla yazılmış olduğu için bireysel yalnızlık duygusunu ve karamsarlığı Yoldaş’ta biraz olsun aşmayı başarıyor Pavese.
            
10.11.2006

Yıllar önce La Stampa gazetesinin bir okur anketindeki sonuca göre, İtalyanların en çok sevdiği dize, “ölüm senin gözlerinle gelecek...” dizesidir. En sevdikleri yazar da bu dizenin sahibi Cesare Pavese'dir. Çok etkileyici bir şiirin başlangıcıdır bu dize: “Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak  /sabahtan akşama dek, uykusuz,/sağır, eski bir pişmanlık/ya da anlamsız bir ayıp gibi/ardını bırakmayan bu ölüm./Bir boş söz, bir kesik çığlık,/bir sessizlik olacak gözlerin: /Böyle görünür her sabah/yalnız senin üzerinde/ kıvrımlar yansıtırken aynada. Hangi gün, ey sevgili umut,/bizler de öğreneceğiz senin/yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu. Herkese bir bakışı var ölümün./Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak./Bir ayıba son verir gibi olacak,/belirmesini görür gibi/aynada ölü bir yüzün,/dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı./O derin burgaca ineceğiz sessizce.”(Çeviri : Cevat Çapan)

Bu şiirde, Pavese’nin, ölümü sevgilinin bakışlarıyla özdeşleştirmesi;  şairin duygusal boşluğunu anlattığı kadar, yaşamı bir hiçlik, umudu bir yanılsama olarak algılamasına da vurgu yapıyor.  Uçurumun çağrısını, insanı yutan o ölüm burgacını içimizdeymiş gibi duyumsuyoruz bu şiirde.   “Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.” der günlüğünün bir sayfasında. Ünlü bir filozofun sözünü anımsadım: “Sen uçurumun dibine baktığında uçurum da senin içine bakar.”

Ülkemizde 70’li yılların karanlığında, eli kanlı güç odakları tarafından öldürülen Bedrettin Cömert’in çevirdiği “Yalnızlık Yorar” şiirini buldum geçen gün.  Şiirin bir bölümünde Pavese şöyle söylüyor: “Hani yaz ikindileri vardır/meydanlar bomboş uzanır batan güneş altında,/geçip gereksiz bitkilerle bir bulvardan/durur yalnız adam./Değer mi bunca yalnızlık, gittikçe daha yalnız olmak için?/Boştur yollar meydanlar yalnız gezildiğinde./Oysa bir kadın durdurmalı/konuşup da birlikte yaşamaya inandırmalı,/yoksa hep kendisiyle konuşur insan bunun için de/kimi vakit körkütük olur geceleri/ve anlatır durmadan, anlatır yapıp edeceklerini”  Bence yalnızlık yormuştur Pavese’yi. Hem yalnızlığı tercih etmiştir yaşamında hem de o zorlu kabuğu kıramamanın acısıyla tam bir kısırdöngü yaşamıştır. Günlüğündeki “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.”  sözü korkunç bir yalnızlığı anlatır; patolojik bir durumdur bu. “Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.” diyen Pavese,  “Sıkılgan katillerdir intihar edenler; sadizm yerine mazoşizm.” diyerek intihar edenleri de çözümlemiştir aslında. Günümüzde de ‘kendine yönelik şiddet’ olarak nitelendirilmektedir intihar durumu. Pavese, gerçeklik karşısında da şunları dile getirir: “Gerçeklik, insanın şu ya da bu şekilde içinde bir bitki gibi yaşayacağı bir zindandır.” Yaşamında bir süre gerçek bir zindanın içinde yaşayan Pavese,  hakikat’in kendisini, varolmayı bir zindan olarak nitelendirerek varoluşçu düşünürlerin yaşamı yorumlarıyla örtüşen bir düşünce ileri sürer. Pavese’nin, günlüğüne yazdığı son sözler şöyledir: “Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil, eylem. Artık yazmayacağım.”  

Yazmayı reddettiği anda ölümün çağrısına uymuştur. Söz yerine ölüm eylemini gerçekleştirir bir süre sonra. Kendi ölümüne egemen olarak, ‘yaşama uğraşı’ nedeniyle tiksinerek baktığı gerçekler dünyasını terk etmeyi yeğledi. Henüz kırk iki yaşındaydı ve isteseydi yazacağı daha nice başarılı yapıt vardı yeteneklerinin, ruhunun derinliklerinde.  Italo Calvino, Pavese’nin yanında bulunan günlüğüne not düşer: “Son satırını yazmak istedim, bana söylediği bütün güzel şeyler için... Ölüm bu olsa gerek, bir insanı özlemek...” Susan Sontag,  Sanatçı, Örnek Bir Çilekeş adlı yapıtında, “Bir Pavese kahramanının tipik çabası, akılcılığa erebilmektir; tipik sorunuysa iletişim kopukluğudur.” diye yazar.

Bence intihar hiçbir şeyin çözümü değildir ve intiharlara yüklenen çeşitli anlamlar birer yanılsamadır. Zihni anlamsız bir eyleme ölümcül biçimde kilitleyen bir akıl tutulmasından başka bir şey değildir intihar. Asıl anlam; yaşamaktır, umuttur, aydınlıktır, nefes almanın mutluluğudur.

Cesare Pavese’nin o çok sevdiği kırlardan, tepelerden esip gelen pastoral dizelerle bitireceğim günlüğümün bu sayfasını, Kemal Atakay’ın çevirisiyle: “Boş pencereden/çocuk diri ve koyu tepelerdeki geceye bakardı/ve şaşırırdı tepeleri üst üste yığılmış görmekten/belirsiz ve berrak devinimsizlik. Karanlıkta hışırdayan/yapraklar arasında, tepeler belirdi/orada güne ait her şey, kıyılar/ve ağaçlar ve üzüm bağları apaçık ölüydü/ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgârdan gökyüzünden/yapraklardan ve hiçlikten…



(HÜLYA SOYŞEKERCİ, "Yazarlar ve Yapıtlara Okumalar", günlük, Kanguru Yayınları, 2008'den alıntıdır.)



BENİM ROMAN KAHRAMANIM “OLRİC”

$
0
0



Benim roman kahramanım; varlığı epeyce sorunlu ve derin bir karakter olarak, Tutunamayanlar’ın sayfalarında yaşayan Olric’tir desem, ne düşünürsünüz?..


Oğuz Atay’ın romanının çok düzlemli mimari yapısına, senfonik tarzına uyumlu olan Olric, romanda Turgut Özben’e seslenerek kendini ifade eder, olaylar içinde Turgut’la diyalog kurar; her ikisi de birbirinin dilinden anlarlar. Olric, Turgut Özben’in derinlerde yatan öz’üdür, ben’idir; Özben’i özetleyen bir kişiliktir.


Olric,  bütünsel bir karakter değil; ruhen kırılıp parçalanan, şizoit bakışla dünyayı yorumlayan ve yine de yaşama tutunmaya çalışan Turgut Özben’in parçalanmış kişiliğinden tezahür eden ayrıksı, sıra dışı, irrasyonel, sanal kimlikli bir roman kahramanıdır. Turgut Özben’e bağımlı bir kişilik parçası olarak Olric, Turgut olmadan var olamaz; onun varoluşunu kuran özne Turgut Özben’dir. Bir anlamda Olric, Turgut Özben’in özündeki öteki benliktir; onun bilinçaltında şekillenen gölge karakterdir. Turgut Özben “persona” ise Olric onun “gölge”sidir.


Ruhsal sorunlu kişilerin çoğunda olduğu gibi, Turgut Özben’in insanlara kırılıp içerlediği zorlu ve yalnız yaşam anlarında ortaya çıkar Olric. Ona “Efendimiz” diye seslenerek, her an emrine amade olduğunu sezdirir; yer yer konuşmalarında Shakespeare’in Hamlet’ine de atıfta bulunur. Olric, adındaki ses benzerliği dolayısıyla Hamlet’teki Soytarı Yorick’i çağrıştırır. Laurence Sterne’in Tristram Shandy romanında şakacı papaz Yorick karakterinde Yorick parodisi yapılır; bu romanında Yorick’in yazarın ta kendisi olduğu belirtilmektedir. Tristram Shandy’deki Yorick’in Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar’ındaki Olric karakterine ilham vermiş olduğu da sıklıkla dile getirilir.


Edebiyatta ikili özne ya da öteki benlik konusunda pek çok örnek var: Dostoyevski’nin Öteki romanında kahramanın kişilik bölünmesinden ve ondan bağımsızlaşan ikincil karakterinden etkilenir insan. Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Bay Hyderomanında Dr. Jekyll’in ürperten gölgesinin adı Bay Hyde’dir. Olric dâhil olmak üzere tüm gölge kişilikler, bilinçaltı karanlıklarından sızan; asıl öznenin kendi iç labirentlerinde yaratmış olduğu karanlık, tekinsiz, muğlak, belirsiz, puslu, ürpertici kimliklerdir.


Olric bana insanın bilinçaltı dünyasını, ruhunun derinliğinde yatan öteki’sini düşündürür. Asıl olandan kaynaklandığı için bir anlamda “öteki” diye bir kavram yoktur; “öteki”,  insanın kendi özünün, aslının aynısı ve onun aynasıdır. Tutunamayanlar’da Turgut Olric’le diyalog halindedir; kişinin kendisiyle konuşmasının oldukça patolojik bir dışavurumudur bu sahneler. Olric, Turgut’un farkında olmadan, bilincine varmadan yarattığı alt kişiliktir. Turgut, sanrılarına odaklanan, ruhsal sorunlu, ezilmiş ve tutunamayan insanların birçoğu gibi kendi sanrısının(Olric’in) gerçekliğine inanmıştır. Ona bir dert ortağıdır, yoldaştır, sırdaştır Olric. Yapayalnız Turgut’u anlayan tek varlıktır.


Turgut’un bakış açısından roman olaylarını gören okur da bir anlamda Olric’in varlığını kabullenir.  Olric, Turgut’un hakikati olsa da okurun roman hakikati içinde varlığını onayladığı, roman dünyası içinde var ettiği bir karakter, bir alt kimlik ya da sanal kişidir aynı zamanda. Olric’in yaratımında zorda kalan, kırılgan, yalnızlaşmış insanın çaresizliğini görürüz.


Boşluğa düşen insanın kendine yeni ve sanrısal dostlar yaratması, kendi karanlığından ürettiği bu varlıklardan etkilenerek onlara inanması, önemli bir bilinç bulanıklığının ifadesi olduğu kadar, insanın çaresizliğindeki dramın önemli bir işaretidir. Sanrıların belirsiz tülünden, dilin buğusundan ortaya çıkan Olric, yalnız Turgut’un değil, aynı zamanda insanlığın ruhsal derinliğini de ifade eder.


Bilinçaltında zaman kavramının olmaması ya da tüm zamanların orada bir tohum gibi saklı olması nedeniyle Olric tüm zamanlarda varlığını sürdürür; insanlığın kolektif bilinçaltına tanıklık eder. İnsana, insanlığa özgü hiçbir şey bizlere yabancı olmadığına göre, Olric bir roman kahramanı olarak Turgut Özben’le birlikte içimizde, benliğimizde yaşamını sürdürmeye devam edecektir.


HÜLYA SOYŞEKERCİ
       hsoysekerci@gmail.com

(Roman Kahramanları dergisi/ Temmuz-Ağustos-Eylül- 2011 sayısında kısaltılmış olarak ; 
Kurgu Düşün -Sanat - Edebiyat dergisi, Eylül Ekim 2011, sayı: 9' da, tümüyle yayımlandı.)




HAYATIN KIYISINDA, TOPLUMUN DIŞINDA KALANLAR

$
0
0





(Toplum Böceği, Kerem Işık, öyküler, YKY, Ocak 2012)






Başarılı çevirmenliğinin yanı sıra ilk öykü kitabı Aslında Cennet de Yok’la geçen yıl okurlar arasında epeyce ilgi uyandıran Kerem Işık, yeni kitabı Toplum Böceği’nde farklı tondaki öyküleriyle; toplumu temelden sorgulayan, okuyanı sürekli düşündüren, birey ve toplum arasındaki o sancılı ilişkiye odaklanan sıra dışı yazınsal bir dünya kuruyor.  



Toplum Böceği’ndeki öykülerde toplumsal sistemin kurgulayıp projelendirdiği ve sisteme uygun bir birey haline gelmeye zorladığı insanın sessiz ve derinden gelen isyanı duyumsanıyor. Bu isyanda çoğu zaman ironinin ve kara mizahın başat bir rol üstlendiği de dikkatlerden kaçmıyor. İnsanı ezip yok eden toplumsal mekanizmayı gösterirken sesini yükseltmeyen ama içten içe alaysayan ve eleştiren, yer yer absürt ve Kafkaesk unsurları bir araya getirerek okurda etkili aydınlanma anları yaratan öyküler kurguluyor Kerem Işık.  



Öykü karakterleri Aylak Adam,  Gregor Samsa, Oblomov, Turgut Özben gibi yazınsal kişiliklerin iç dünyasından bazı izler ve parçalar taşıyor. Toplum dışında kalmayı, “sürü”ye katılmamayı bir erdem olarak gören, toplum içinde sıradan biri olmaktansa yalnız olmayı yeğleyen, her türlü dayatma ve şekillendirmeye karşı koyan, yalnızlığıyla direnen bu edebi figürleri, Kerem Işık, kendi öykü kişilerinde yepyeni yaratıcı bileşimlere ulaştırıyor. Öyle ki içinde yaşadığımız teknolojik hız ve küresel kapitalizmin şekillendirdiği sözde yeni değerlerle donatılmış insan tipine uymamak için direniyor, bu nedenle yalnız kalmayı, acı çekmeyi, saçmalamayı göze alıyor Kerem Işık’ın öykü karakterleri. Toplumsal sistemle sorunu olan ve onu sorgulayan kişilerdir onlar; başta aile, okul gibi eğitim kurumlarının sisteme uygun bireyler yetiştiren birer sosyal ortam olmalarının farkındalığına ulaşmıştır tümü. Özgür birey olma düşleri, sistemin bilinçli/ bilinçsiz uygulayıcıları olan ebeveynleri ya da öğretmenleri tarafından yok edilmiş; o nedenle giderek toplumdan dışlanmış ya da dışlanmayı göze almışlardır. Sistemin çarkları arasında yer alan basit bir vida olmaktansa aykırı, ayrıksı ve hatta “deli” olmak daha uygundur onlar için. Sevim Burak’ın belirttiğince “beni deliler anlar” diyebilen kişilerdir.

Kerem Işık bu kişilerini farklı ortamlar içinde gösteriyor bizlere. Kitabın ilk öyküsünde küresel kapitalizmin acımasız, düzenbaz, absürt bir dünya algısı yaratmasını gözler önüne seriyor. İnsanların iş bulma ve ekmek kavgasını, iş ortamlarındaki zaman yönetimi saçmalığını, zamanla yarışan sistem esiri çalışanları, bürokrasi ve kırtasiye işleriyle vakit geçirilmesini, küresel çapta gerçekleştirilen dış ticareti, bilgisayar ağlarıyla kurulan yepyeni ticari bağları, dünyanın her tarafında dolaşan küresel sermaye ve ona aracılık eden şirket yöneticilerini, bu alanda çevrilen dalavereli işleri ve haksızlıkları sıra dışı, Kafkaesk bir dünya içinde göstererek dillendiriyor yazar. Küresel pazar ilişkileri içinde insanın, insan gerçekliğinin un ufak olmasını satır aralarındaki ironinin içinden süzerek anlatıyor; normalmiş gibi gösterilen saçmalıklara dikkatlerimizi çekiyor.


Kitaptaki öykülerin bazılarının minimal öyküye çok yakın durduğunu, az sayıda sözcükle kurulduğunu da belirtmek gerek. Sözcük ve anlam oyunları, yazınsal ve toplumsal göndermeler, metnin anlam katmanlarını çoğaltıyor. Öykülerde çocukluk, ilk gençlik ve gençlik çağındaki kişiler önem taşıyor; çoğu zaman öykü kişisi geçmiş yaşantılarına açılarak çocukluğuna geçiş yapıyor ve kendisiyle yüzleşiyor. Ve Diyorlar Ki öyküsünde sistemin emrindeki eğitimin şekillendirdiği başları, beyinleri ‘yontma baş’ olarak nitelendiren anlatıcı, kendisiyle yüzleşirken şunları söylüyor: “İsmin -de halini bilmem de insanın ben hali pek fenaymış. Bildiğim bir şey var ama: ben koştukça içim uzaklaşır dışımdan.”(s.38)


Bir Ergenlik Dönemi Tragedyası adlı öyküde eğitimi okul ve aile boyutuyla bir araya getiren yazar, bir ergenin yaşadıkları üzerinden, gözlerimizi kapatıp görmek istemediğimiz gerçeklere işaret ediyor. Aile içindeki bir “müfredat uygulaması” ile ebeveyn ve öğretmenleri tarafından “yetişkin” haline getirilmeye çalışılan ergenin isyan kanalları, çocuksu, absürt ve komik bir dünyaya açılıyor; burada yetişkinlerin kendi içlerindeki çocuğu ortaya çıkarmaları sonucu, “müfredat uygulaması” düş kırıklığı ve fiyaskoyla sona eriyor; plan tersine işliyor. Çokbilmiş eğitimci babanın, oğlu üzerindeki eğitimsel deneyinin ters tepki vermesini ilgili bir gülümsemeyle okurken, içi boş ezberlerin trajikomik sonuçlarını, “anlam” ve “öz”ün dikkate alınmadığı bir eğitimin çarpıklığını net olarak görüyor; öykü kişisinin babasında, Gregor Samsa’nın duyarsız babasından izler keşfediyoruz.


Adını Gogol’un Bir Delinin Güncesi’nden alan Bir Velinin Güncesi, sözcük oyunlarıyla ve “deli dili” denebilecek bir biçemle kurulan deneysel bir öykü metni.  Bu metnin okunmasında Lacan’ın ‎“İnsan varlığı deliliğe gönderimde bulunmaksızın anlaşılamaz. İnsan, deliliği özgürlüğünün sınırı olarak içinde taşımaksızın insan olamaz.”sözünü devreye almak mümkün.


Kitabın bana göre en dikkate değer, en sıra dışı öyküsü İnsanlık Hali adını taşıyor. Gerçeklikle baş etmeye çalışan ve gerçekliğin sürekli acıttığı duyarlı öykü kişisinin gözünden gerçeküstü boyutlara açılan, özgün yaratımlar, buluşlar, görsel-işitsel sanrılarla ilerleyen olağan dışı bir metinle karşılaşıyoruz İnsanlık Hali’nde. Sanrıların gerçeklerle karmaşası ifade edilirken, özellikle bir apartmanda etrafına yalnızlığın duvarlarını ören öykü kişisinin patolojik evreninde eşyalar canlı bir varlık olarak kendini ortaya koyuyor. “Ataçyılan” gibi sanrısal bir varlığın bakım ve sorumluluğunu üstlenen öykü kişisi, yaşadığımız çağın yapayalnız, algıları ve kafası karmakarışık şizoit insanlarından birini temsil ediyor aslında. Bu öykünün varoluşçu felsefeyle paralel yapısı, metne farklı bir anlam zenginliği ve derinlik kazandırıyor. Öyküdeki adam iç konuşmasında şöyle söylüyor: “Erişmek istediğim ruhsal durum tam anlamıyla bir hiçlikten ibaretti. Bedensel değil ama varoluşsal bir hiçlikti aradığım.  Bir her- şeyin- ortasında- olup- hiçbir- şeye- ortak- olmama hali.”(s. 75)


Kitaba adını veren Toplumböceğiöyküsünde yazar insani değerler sisteminden uzakta kalan, duyguları ve vicdanı körelmiş, içindeki hayvanı denetleyemeyen sosyopatik bir karakter üzerinden, yaşadığımız çağ insanını anlatmaya devam ediyor. Güncel yaşamda aykırılığı yaşama tarzı haline getiren pek çok kişiyi görüyoruz bu öyküde.


Bir İsyanın Anatomisi öyküsünde alaysamalı bir toplum paradisi gerçekleştiren, toplum mühendisliği ve ütopya toplantılarındaki komik durumları gösteren yazar, “toplumsal dinamiklerin bürokrasi kurumları tarafından belirlenebilirliği” gibi absürt durumların da altını çiziyor.  Kerem Işık, öykülerinde kişilerin aykırı durumlarını ifade ederken aynı zamanda içinde yaşadığımız “çağ yangınına” dikkatleri çekiyor; böylece toplumsal çürümenin boyutlarını net olarak göstermeyi hedefliyor. Sosyal içeriği, bazen yeni biçim ve biçem denemeleriyle, bazen toplumsal bir kurum olan dilin sorgulanması yoluyla, bazen de ironi ve mizahla şekillendirerek öykü metinlerini kurguluyor.


Yazar, odağa aldığı birey, toplum ve yaşam arasındaki o problematik ve gerilimli ilişkiyi özlü ve yazınsal bir tonlamayla dile getirmeyi başarıyor Toplum Böceği’nde.

HÜLYA SOYŞEKERCİ

NOTOS Edebiyat dergisi, Ağustos Eylül 2012, sayı: 35’te yayımlandı.

“Toplum Böceği”, 2012 yılı, 25. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldı.

Viewing all 195 articles
Browse latest View live