Quantcast
Channel: "Hayaller ve Harfler"- Hülya Soyşekerci
Viewing all 195 articles
Browse latest View live

Bir yaraya öyküyle dokunmak, sessizce…

$
0
0



 Ayşegül Kocabıçak’ın ilk öykü kitabı Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları'nı (*) ilgiyle okudum. Akıcı, etkileyici, insanın içine işleyen bir dil var bu öykülerde. Yazar, metin içi  gerçeklikte insan psikolojisini başarıyla, incelikle işlemiş ve kişilerine derinlik kazandırmış. Bir insani durumdan başka bir insani duruma ya da anılara geçişler, anımsamalar ve çağrışımlar kurguya başarıyla  örgülenmiş. Öykülerin çoğu, toplumsal yaralara dokunuyor ve insanı derinden etkiliyor.

Ayşegül Kocabıçak, kitabının adındaki gibi, sessizce dokunuyor bu yaralara; gerçekleri haykırmadan, tam tersine, sessizce okura sezdirerek, fark ettirerek;  kırılma anları ve incecik ayrıntılar üzerinden dile getiriyor. Bu noktada yazarın Füruzan'la bir edebi yoldaşlığı olduğunu hissettim kendi açımdan. Çocuk bakışı, öykü metinlerine farklılık kazandırdığı gibi, acıtan gerçekleri daha naif olarak duyumsamamızı sağlıyor. 

Kitaptaki öykülerin çoğunda yer alan sürpriz finallerle okurun şaşkınlığa düşürülmesi ayrı bir başarı olarak nitelendirilebilir. Yaşanılan travmalar ve onların kişide kalan izleri olabildiğince yazınsal bir söylem, kurgu ve tarz içinde ifade ediliyor. Öykü kişilerinin anımsama süreçleri ve çağrışımları; zihinlerinin geçmişe açılması,  zamansal geri dönüşler, metin içinde  aydınlanma anlarının oluşması yönünden de ışık tutuyor öykülere.

Şiddet gören sessiz anneler, toplumun ona biçtiği rolü sessizce yerine getirmeye çalışan kadınlar ve yaşananlara yakından tanık olan çocuklar...  Yazar, çocukların, ergenlerin, gençlerin dünyasını, konuşma ve düşünme biçimlerini, hayatı yorumlama ve anlama yollarını öykü metinlerine iyi sindirmiş görünüyor.

Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları’nı bir ilk kitap olarak oldukça başarılı ve derinlikli buldum.  İlk kitapların bütün içtenliği, sıcaklığı, naifliği ve sessizliği de hissediliyor satırlarda.

Edebiyatın yanı sıra resimle de ilgilenen biri olarak, kitabın kapağına hayran kaldığımı belirtmeliyim. Bu güzel ve etkileyici kapak resmi Nevin Hirik’e ait. 

Ayşegül Kocabıçak, yeni öykülerini merakla bekleyeceğim genç yazarlar arasında…Yolu açık olsun.

                                                                                                          Hülya Soyşekerci

(*) Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları, Ayşegül Kocabıçak, öyküler, Notabene Yayınları, 2015, Ankara



Uluslararası İzmir Edebiyat Festivali Programı

$
0
0


Uluslararası İzmir Edebiyat Festivali Programı


İzmirli sanatseverler yeni bir festivale daha kavuşuyor. İzmir Büyükşehir Belediyesitarafından düzenlenen Uluslararası İzmir Edebiyat Festivali, 24 Temmuz – 5 Eylültarihleri arasında ‘Edebiyat Özgürleştirir’ temasıyla gerçekleştirilecek. Festival kapsamında 11 ilçede paneller ve söyleşiler ile şiir ve müzik dinletileri düzenlenecek. Bu ilk festivale Romanya, Macaristan, Yunanistan ve Vietnam’dan edebiyatçılar da katılıyor.

İzmir Büyükşehir Belediyesi, özgür düşüncenin, barışın ve demokrasi kültürünün sanat şemsiyesi altında yaygınlaştırılması amacıyla, uluslararası çapta bir etkinliğe imza atıyor. Ülkemizde ve uluslararası alanda tanınan önemli edebiyatçıları sanatseverlerle buluşturacak İzmir Uluslararası Edebiyat Festivali 24 Temmuz’da başlıyor. İzmir’in 11 ilçesine yayılacak festival etkinlikleri 5 Eylül’e kadar devam edecek. Şair Haydar Ergülen’in direktörlüğünü yaptığı festival kapsamında edebiyat söyleşileri, şiir ve müzik dinletileri gibi sanatsal etkinlikler yer alıyor.
Ülkemizden ve yurtdışından birçok yazar ve şairin katılacağı festival programı şöyle:

24 Temmuz 2015 Cuma, KARABURUN
Saat: 20.00
Yer: Merkez Cumhuriyet Meydanı – Karaburun
Panel: Türk Edebiyatında Kadın Özgürlüğü
Yöneten: Asuman Susam
Konuşmacılar: İnci Aral, Zeynep Oral, Latife Tekin
Şiir Akşamı: Ahmet Telli

25 Temmuz 2015 Cumartesi, KARABURUN
Saat: 20.00
Yer: Merkez Cumhuriyet Meydanı – Karaburun
Söyleşi-İmza
İnci Aral

31 Temmuz 2015 Cuma, BERGAMA
Saat: 20.00
Yer: Gülpark Amfitiyatro – Bergama
Söyleşi: “Halk Edebiyatında Özgürlük”
Konuşmacılar: Müslüm Çelik, Aydın Şimşek

31 Temmuz 2015 Cuma, ÇEŞME
Saat: 20.00
Yer: Aya Haralambos Kilisesi – Çeşme
Panel: Aziz Nesin 100 Yaşında!
Yöneten: Orhan Alkaya
Konuşmacılar: Zeynep Altıok Akatlı, Melida Tüzünoğlu, Sezai Sarıoğlu
Şiir Akşamı: Orhan Alkaya

1 Ağustos 2015 Cumartesi, MENEMEN
Saat: 20.00
Yer: Tarihi Taşhan Çarşısı – Menemen
Söyleşi: “Halk Edebiyatında Özgürlük”
Konuşmacılar: Müslüm Çelik, Aydın Şimşek

7 Ağustos 2015 Cuma, SELÇUK
Saat: 20.00
Yer: İstasyon Meydanı – Selçuk
Panel: “Aşk Özgürleştirir”
Konuşmacılar: Tuna Kiremitçi, Pelin Batu, Neşe Yaşın (KKTC)
Şiir Akşamı: Şükrü Erbaş

8 Ağustos 2015 Cumartesi, SELÇUK
Saat: 20.00
Yer: İstasyon Meydanı – Selçuk
Söyleşi-İmza: Yekta Kopan

14 Ağustos 2015 Cuma, MENDERES
Saat: 20.00
Yer: Gümüldür Amfitiyatro – Menderes
Panel: “90. Doğum Yılında Özgür Bir Ruh Olarak Attila İlhan”
Yöneten: Nurduran Duman
Konuşmacılar: Rahmi Emeç, Cenk Gündoğdu, Zeynep Aliye
Şiir Akşamı: Haydar Ergülen, Nurduran Duman, Cenk Gündoğdu, Rahmi Emeç, Mutlucan Güvendir, Corneliu Antoniu (Romanya)

15 Ağustos 2015 Cumartesi, GÜZELBAHÇE
Saat: 21.00
Yer: Yalı Mahallesi Vapur İskelesi (Gece Pazarı Alanı) – Güzelbahçe
Söyleşi-İmza: Hakan Günday
Şiir Akşamı: Haydar Ergülen

21 Ağustos 2015 Cuma, SEFERİHİSAR
Saat: 20.00
Yer: Sığacık Kaleiçi Seferihisar
Panel: “Yol Özgürleştirir-Yolculuk ve Edebiyat”
Yöneten: Gültekin Emre
Konuşmacılar: Buket Uzuner, Balázs Szollossy (Macaristan), Timur Özkan
Şiir Akşamı: Balázs Szollossy (Macaristan), Gültekin Emre, Sabahattin Umutlu, Mehtap Meral

22 Ağustos 2015 Cumartesi, SEFERİHİSAR
Saat: 20.00
Yer: Sığacık Kaleiçi – Seferihisar
Söyleşi-İmza: Buket Uzuner

22 Ağustos 2015 Cumartesi, URLA
Saat: 20.00
Yer: Demokrasi Parkı – Urla
Panel: “Edebiyat ve İfade Özgürlüğü”
Yöneten: Enver Aysever
Konuşmacılar: Halil İbrahim Özcan, Mustafa Köz
Şiir Akşamı: Halil İbrahim Özcan, Sina Akyol, Mustafa Köz, Ellie-Ermioni Meli (Yunanistan)
Müzik grubu: To Sinafi

23 Ağustos 2015 Pazar, URLA
Saat: 20.00
Yer: Demokrasi Parkı – Urla
Söyleşi: Enver Aysever

28 Ağustos 2015 Cuma, DİKİLİ
Saat: 20.00
Yer: Jeo Cafe – Dikili
Panel: “Ataol Behramoğlu – Şiirinin 50. Yılında Bir Özgürlük Şairi”
Yöneten: Tuğrul Keskin
Konuşmacılar: Metin Cengiz, Müesser Yeniay, Namık Kuyumcu
Şiir Akşamı: Ataol Behramoğlu, Haluk Çetin

29 Ağustos 2015 Cumartesi, DİKİLİ
Saat: 20.00
Yer: Jeo Cafe – Dikili
Panel: “Bağımsızlık ve Özgürlük Ruhu”
Yöneten: Veysel Çolak
Konuşmacılar: Onur Caymaz, Onur Behramoğlu
Şiir Akşamı: Metin Cengiz, Müesser Yeniay, Onur Caymaz, Veysel Çolak, Tuğrul Keskin, Namık Kuyumcu, Onur Behramoğlu, Özgün Enver Bulut

4 Eylül 2015 Cuma, FOÇA
Saat: 20.00
Yer: Beşkapılar (Kale içi) – Foça
Panel: “Yaşar Kemal: Özgürlüğün Romancısı”
Yöneten: Hülya Soyşekerci
Konuşmacılar: Mahmut Temizyürek, Vecdi Çıracıoğlu, Hasan Özkılıç

Şiir Akşamı: Mahmut Temizyürek, Betül Dünder, Şeref Bilsel, Tozan Alkan, Nguyen Khac Thach (Vietnam), Tran Huu Viet (Vietnam), Serap Erdoğan

5 Eylül 2015 Cumartesi, FOÇA
Saat: 20:00
Yer: Beşkapılar (Kale içi) – Foça
Söyleşi-İmza: Küçük İskender

Kaynak: İzmir'de Sanat sitesi 
http://www.izmirdesanat.org/izmir-edebiyat-festivali/

14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nde ‘Latife Tekin Edebiyatı’

$
0
0



14 Şubat Dünyanın Öyküsü 10. sayısında ‘Latife Tekin Edebiyatı’nı sayfalarına taşıyor. 15. Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nde Tekin’e onur ödülünün sunumunun ardından gerçekleştirilen, Oylum Yılmaz’ın moderatör ve Mine Söğüt’le Pelin Özer’in konuşmacı olarak yer aldığı panele Latife Tekin de katılmıştı. Latife Tekin edebiyatının tartışıldığı bu önemli panel 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nün sayfalarında!

Derginin 10. sayısında yer alan ‘Edebiyatta Pati İzleri’ konulu dosyası genç bir keditör Ayten Miyavgil hazırladı. Dosyaya Ayşe Sarısayın, Salih Bolat, Gülayşe Koçak, Ayşe Başak Kaban, Figen Şakacı ve Mehmet Zaman Saçlıoğlu anı yazılarıyla katılırken, Nilüfer Altunkaya Bilge Karasu denemesi yazdı.

Sarnıç ve İzafi’ye teşekkür

Özcan Karabulut, “Onuncu Sayımızı Çıkarırken” başlıklı sunuşuna Sarnıç ve İzafi’ye teşekkürle başlıyor:

“Öykü dergilerinin uzun soluklu olamayışıyla ilgili çeşitli etkenlerden söz edilebilir. Uygulanmakta olan kültür politikaları insanları kitaptan, edebiyattan, edebiyat dergisinden uzak tutuyor. Görsel dünya, hızlı iletişim teknolojisi edebiyatı, yazılı olanı geri çekilmeye zorluyor. Maliyet ve dağıtım sorunu dergilerin belini büküyor. Okurların, hatta yazarların da dergilere yeterince ilgi gösterdikleri söylenemez. Gündelik hayatın kaygılarıyla edebiyatın kaygıları, tercihleri buluşamıyor. Böyle bir ortamda edebiyat dergisi çıkarmak maliyet ve dağıtım sorunlarını en aza indiren, hedef kitlesini, yayın politikasını kendilerince doğru belirleyen, heyecanı ve hayalleri tükenmemiş inatçı kişi ya da kadrolara kalıyor. Sarnıç ve İzafi dergileri çıkardıkları son sayılarıyla ‘buraya kadar’ dediler. Edebiyatımızda kendilerince iz bırakan bu dergilerimize teşekkür herkesin borcu.”

Öyküler, şiirler, yazılar

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği tarafından yayımlanan derginin 10. sayısında 5’i çeviri 20 yeni öykü var.

Katitsa Kyulavkova, Davit Turashvili, Marcelle Delpastre, Tarık Tayyib, Fırat Cewerî, Hâle Seval, Zafer Doruk, Leylâ Serpil, Ahmet Bülent Tekik, Aysun Kara, Mesut Barış Övün, Elçin Sevgi Suçin, Billur Şentürk, Ayşegül Kocabıçak, Emre Yüksel, Murat Şahin Öcal, Erdoğan Altun, Meliha Yıldırım, Hatice Şahman, Büşra Akova, Canan Domurcaklı, Hakan Atacan ve Ilkim İdem öyküleriyle 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nde yer alıyor.

Öykünün Püf Noktası’nı bu sayı Murat Özyaşar yazdı: Parmakizi ve İmza.

Hey Onbeşli Onbeşli Öykü Yolları Taşlı

Ercan y Yılmaz, söyleşi dizisine devam ediyor, sıradışı sorularını bu kez Aykut Ertuğrul, Arda Arel ve Ertuğrul Emin Akgün’e yöneltiyor.

Konuk Tür: Şiir

Şair Emel İrtem, Aleyk şiiriyle dergiye konuk oluyor.

Konuk Tür: Gezi Yazısı

İbrahim Berksoy, Santiago Bernabeu’da Futbol Keyfi başlıklı yazıyı kaleme aldı.

Konuk Tür: Biblolar

Zülal Benlioğlu ünlü roman kahramanlarını biblolaştırıyor.

Bir Öykü Bir Söyleşi

Yeni bölüm Bir Öykü Bir Söyleşi‘nin ilk hazırlayanı Mustafa Balel, Siamak Golshiri ile söyleşiyor.

Köşe yazıları

Emin Özdemir, “Kurmacayı Besleyen Kaynak”ı yazdı.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Saatin Arka Yüzü’nde yazdı: Sis Adası ve Körlük

Hülya Soyşekerci, Hayaller ve Harfler’de “Yeni Kapitalizm Çağında “Yeni Konuklar”ı Okumak”ı yazdı.

Birsen Ferahlı, Kayıt Dışı başlıklı köşesinde yazdı: “Yalıtım””

Pınar Güner Roman Yazıları’na başladı: Toplumcu Yazarın Çoksatan Bireyci Romanı: Kürk Mantolu Madonna

Yazılar

Necip Tosun “Başar Başarır Edebiyatı”nı derginin sayfalarına taşıyor: Deneysel ve Yenilikçi Öykü

Çiğdem Ülker yazdı: Türk Edebiyatının Kurucu Kuşağından Öykünün Tarihine Kısa Bir Bakış

Kaynak: harfvolver
 http://www.harfvolver.com/2015/08/08/14-subat-dunyanin-oykusunde-latife-tekin-edebiyati/

Didim Sanat Edebiyat Günleri 11-12-13 Eylül 2015

$
0
0





AKKÖY Sanat Edebiyat Dergisi 16. yıl, sayı: 85

Bu sayıda genç öykücülerle bir anketimiz var: 
Ayşe Akaltun, Deniz Faruk Zeren, Emrah Öztürk, Hakkı İnanç, Kerem Işık, Melike Uzun, Merve Koçak Kurt, Nazlı Karabıyıkoğlu,Onur Çalı, Süreyya Köle,Şengül Can, Tuğçe Ayteş sorularımızı yanıtladılar.





“Büyüye Dokunmak Gibi”

$
0
0




Fırat Demir, 2012’deki ilk kitabı Yeni Cüret Çağı’ndan sonra, geçtiğimiz aylarda Öte Geçeler ile okurlarına yeniden merhaba dedi. İlk kitabında politik bir yaklaşım sergilediğini, dize ve imgelerinde özgürleşerek içindeki patlamayı aştığını belirten Fırat Demir, Öte Geçeler’de okuyanı daha farklı bir imge dünyasının içine çekiyor.

Öte Geçeler, Yeni Cüret Çağı’ndan farklı bir söylemle yazılan, mitolojik ve antropolojik imgelerin öne çıktığı; daha soyut ve içe dönük şiirlerden ve bu şiirlerin bütünselliğinden oluşan bir kitap. Öte Geçeler’in ilk sayfasından itibaren sürrealist bir resmin içine giriyor; oradaki dünyaya ait imgeler, figürler ve nesnelerin farklı görünüm ve oluşları içinde kayboluyoruz adeta. Genç şairin belirttiği gibi, “karanlık, keskin ve epik bir görsellik var” bu şiirlerde. Tekinsizlik ve bilinçaltı karanlıkları yer yer sıra dışı bir anlam atmosferi yaratıyor. Dizelerin arasında, soyut, tanımsız, büyüleyen bir yalnızlık dolaşıyor, tıpkı huzursuz bir ruhun seslenişleri gibi. Öyle bir yalnızlık ki bu; hem eskiye ait hem de şimdiyi etkileyebilme gücüne sahip. İnsanın en eski varoluşuna,  öncesiz ve sonrasız zamanlarına açılan bir derinlik bu kopkoyu yalnızlık.

Zamanın ve mekânın bir belirsizliğe doğru kayıp gittiğini, masal hüznünün hayatı kuşattığını duyumsadığımız dizeler, büyük, geniş bir nehrin sonsuz akışı içinde yol alıyor. Şiirlerde tüm zamanlar bir araya gelmiş; “yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışı” içinde, ezeli ve ebedi zamanlara gidip geliyoruz sözcüklerin incecik kanatlarında.“Ben, /Sana tüm varlıkların imgesini yansıtacak /Bir kumaş örüyorum” (s.9) diyor şair. Bedeviler şiirinde kuma yazılan dilekler, kumun gerçeğine gömülen düşler ve insanın değişmeyen yazgısı içimizi ürpertiyor. Kum falcısıdır insan; kendi kaderini kumda okuyamaz. Kum fırtınalarında savrulur hayatı: “Ayak izin ilk kumda kaybolacak, sen burada hatırlayamazsın/ Fırtına dinince başlayacak gerçek çile, yıldız zamanı gelecek/Fırtına dinince sonsuzluk dolacak tüm bu yalnızlığa/Yeryüzü ilk kez bu kadar uzaya benzeyecek, dayanamazsın/Abdülmajit; kaderini çölde aramaya kalkma, bulamazsın.”(s.14)

Ölülerle konuşuyor şair; yaşayanlar kadar ölülerle de yoldaş olmuş görünüyor. İnsanın o değişmez kaderine; ölüm gerçeğine sanatla başkaldıran, insanın varoluş sancılarını kendi yürek atışlarıyla uyumlandıran şair, yaşamın içinde ölümü, ölümün içinde zamanı ve zamansızlığı dillendiriyor: “Tek nefes yürüdüm/ Yol ölümümün yolu/Gönlüm yanı, hayalin yanı/Ateş yanı, geçtim” (s.15)

Bu kitabın içindeki şiirlerde bolca anlatı da var; “anlatmak”, esası olmuş her şeyin. Eski gezgin şairlerin, dengbejlerin anlattıklarının izleri, imgeleri ve gölgeleri düşmüş şiirlere. Uzun bir zaman parçasına yayılan, uzun ve büyük anlatıların çağrışımları… Her şiir bir hikâyeye sarmalanıyor; hikâyeler yaşantılardan, hayatın sayfalarından çoğalarak şiir yolcusuna yepyeni yollar açıyor.  Murathan Mungan’ın deyişiyle  “Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur.”  Fırat Demir, uzağı biriktirmiş içinde yıllarca; sonra o uzaklardaki köklerin, seslerin, şiirlerin, masalların, rüyaların ardına düşüp yola çıkmış. “Yolda olma”, “gidiyor olma” halleri içinden bakıyoruz onun gözleriyle her şeye. Kapalı, gizemli, puslu, sisli yolların ve büyülenen, mühürlenen zamanın içinde adım adım yol alıyorken şair; biz de aynı yolun bir “okuma yolcusu” oluyoruz sessizce…İç yolculukla dış yolculuk bir arada ve birlikte sürüyor; Galeano’nun deyişiyle “o yürüdükçe kelimeler de içinde yürüyor” adeta; ve yürüyen kelimelerden büyülü dizeler yaratma çabasına girişiyor Fırat Demir. Her şiir, bir hikâyeyi anlatıp iç mekânlarımızı genişletiyor.

Levi Strauss’dan büyünün işlevselliğini, dil ve anlamın antropoloji ile ilişkisini okuyup bu konuya hayli zihin yoran Fırat Demir, anlamın ötesine, derinde yatan gerçeklere ulaşmayı hedefliyor yazdığı dizelerde. Ona göre “Öte’lere geçmek”; anlamın ötesine,  en derinlere ulaşmak demek bir bakıma. Bir animizm deneyimi gibi, anlatılanlar. Nesnelerin ruhunun oluşu; nesnenin insana bakması, bir can taşıması… İnsanın tüm varlıklar ve nesnelerle “bir bütün olma” algısı ve yaşantısı… Asıl hakikatin; özneyle nesnenin “bir bütün olduğunun” sezgisel bilgisi.

Bunca büyü, efsun ve gizem anlatımlarına karşın, şairin, Walter Benjamin ve Aldous Huxley tarzı materyalist bir mistisizm içinde kalması da dikkatimizden kaçmıyor.  Gerçeklerin; rüyalar, hayaller, yanılsamalar ve sanrılarla iç içe geçtiği ve birbirine dönüştüğü bu şiirler, şairin de amaçladığı gibi, antropoloji içinden bir kültür okumasına açılıyor. Biçim işçiliğinin anlam işçiliğiyle yoldaş olduğu dizeler, insanın ve toplumun iç hakikatlerine ulaşıyor. Kendi kişisel arkeolojisini oluştururken, bir toplumun, bir halkın kolektif bilinçaltına; karanlıkta kalan, en ışık geçmez toprağın içindeki köklere uzanıyor şair. Uzak bir güneydoğu coğrafyasından; yüksek dağlardan, sarp kayalardan, ıssız yollardan, uçsuz bucaksız kırlardan, toprak damlı evlerden, unutulmuş köylerden, insanların arasından, konuşarak ve susarak bir rüzgâr gibi geçen gezgin- şair, bu coğrafyanın özünde saklı kültürel kodları çözümlerken, hem kendi köklerine hem de halkın kolektif bilinçaltı ögelerine uzanıyor. İmgeler, antropolojik derinliklerden beslenerek gün yüzüne, ışığa doğru çıkıyor.

Öte Geçeler sevgisiz ve güzelliksiz kalmayan bir metin; ama ölümün gizemi ve hüznü ağır basıyor her an. Ölüm; aşkı ve güzelliği yenilgiye uğratıyor. Sonsuz bir çevrende yolculuk yapan bir gezgin- şairin, hakikati bulma çabası, bir ideal yolculuğu bu.

Öte Geçeler, aynı zamanda, ülkemiz genç şiirini yakından tanımak isteyenlere de fikir verebilecek nitelikte bir kitap.  Şiirsiz kalmamanız dileğiyle…

(BirGün Kitap Ağustos 2015 sayısında yayımlandı.)

http://birgunkitap.blogspot.com.tr/2015/08/buyuye-dokunmak-gibi-hulya-soysekerci.html

Hülya Soyşekerci


(Fırat Demir, Öte Geçeler, 160. Kilometre/ şiir dizisi, 2015)


Yaratmanın Varoluşsal Gizemi ve Sanatçının Özgürlük Sorunu

$
0
0


Binlerce yıl önceki ilkel sanatçıların mağara duvarlarına çizdikleri resimlerden bu yana görülen odur ki insanlık tarihinde kalıcı olarak yer alan izler, sanatçıların kendi ardında bıraktıklarıdır. Sanatçı, yapıtıyla kendi sınırlı varlığını aşar, zamanın acımasız akışına başkaldırır. O, geride bıraktığıyla, kendisinden sonra gelecek insanların ruh, bilinç ve belleklerinde yaşamaya devam edeceği; sonuçta ölüm dediğimiz karanlık labirentte yitip gitmeyerek, ölümsüzlüğe ulaşacağı sezgisini içten içe duyumsar. Bu duyumsamanın yarattığı farkındalıkla, varoluş sorununu aştığının, aşkın (transcendental) bilgisine ulaşır.


Sanatçının yaratma süreçleri konusundaki en derin yapıtlardan Yaratma Cesareti’nde Rollo May, yaratıcılığın ölümsüzlük için duyulan bir özlem olduğunu, yaratıcı edimin ölüme başkaldırıdan doğduğunu vurgular ve insanlık durumumuza en çok uyan sembol olarak  Michelangelo’nun yaptığı, taş kapanlarda kıvranan, çırpınan esirlerin bitmemiş heykellerini gösterir. Sonu gelmeyecek, tamamlanamayacak bir süreçtir bu… Jean Paul Sartre’ın dile getirdiği de farklı sayılmaz: “Hepimiz varoluş kapanına kısılmış durumdayız.” der bu ünlü filozof. Varoluş- (ve ölüm) gerçeği karşısında bir çıkış yolu bulmak durumunda kalan insan, sanatı en anlamlı yol olarak seçer kendisine.

James Joyce’un , Sanatçının bir Genç Adam Olarak Portresi’nde, genç kahraman günlüğüne şöyle yazar: “Ey yaşam, hoş geldin. Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini, ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.” Bu sözün içindeki derin anlamlar, aynı zamanda yaratmanın cesaret gerektiren bir edim olduğunu da gösterir. Rollo May’e göre, yaratıcılık; en basit şekliyle, ölü biçimleri, tükenmiş sembolleri ve yaşamını yitirmiş mitleri feshedip atmak demektir. JamesJoyce’un metaforunu yorumlayan yazar, yaratmanın; bütün bunları insanın kendi ruhunun örsünde dövmesi kadar zor ve çözülmesi inanılmaz cesaret gerektiren bir bilmece olduğunu dile getirir. Yeni bir dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım etmenin gerçekliğinde derin bir yaratma coşkusu bulunur. Bu, yaratıcı cesaretin ta kendisidir ve henüz yaratılmamışları yaratabiliyor olmanın derin heyecanını da içinde taşır. Rollo May’e göre yaratıcı süreç, yepyeni biçimler, tarzlar, semboller için duyulan bir tutkunun dışa vurumudur. Parçalanmaya karşı bir mücadeledir yaratıcı süreç. Uyum ve bütünleşmeyi doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilme mücadelesidir. Dolayısıyla bu mücadele, kendi içinde de zorlu, çetin ve sancılıdır. Ayak basılmamış bir toprağa girmek, kimsenin yol göstermediği bir ormana dalmak gibidir. “Geleceğe doğru yaşamak, bilinmeyene doğru sıçramak” demektir. Sanatçı da yaratım yoluyla bu cesaretini insanlığa sunan kişidir.


Yaratma cesaretinin ve dolayısıyla ölüme başkaldırıdaki o trajik duruşun gereksindiği başlıca ortam, özgürlükler alanıdır. Bireysel ve toplumsal özgürlüklerin olmadığı ortamlarda yaratıcı edimin de canlılığını yitirdiğini, anlam renklerinin solduğunu gözlemleriz.  Sanatın soluk alabileceği atmosfer, özgürlükler atmosferidir. Sınırlandırmaların, dayatılan kalıp ve şablonların egemenliğindeki sanat soluk alamaz, yaratma cesaretine uygun ortamı bulamadığında sanatçı kendi kabuğuna çekilerek anlaşılmazlığı veya yapıtını toplumla paylaşmamayı yeğleyebilir. Ya da koşullara teslim olarak, kendisini aşma, yepyeni yaratımlara yönelme yerine, klişeleri yinelemeye devam eder. Bu da onun kendisini tüketmesidir ne yazık ki…


                                                Resim: Peter Mitchev

Yaratma sürecinde dış baskıların sanat ve sanatçıyı nasıl ve ne denli körelttiği bilinen bir gerçektir. Kaçış, sürgün, sığınma, kendi iç adalarında kaybolma, yazmayı ya da üretmeyi reddetme şeklinde süren bu dramatik durum, ancak zorlu bir mücadele ve direnme süreciyle birlikte, dış baskıların sona ermesiyle ortadan kalkar.


Sanatçıyı sınırlandıran, onun yaratma özgürlüğünü engelleyen daha vahim bir etmen, iç dünyasında yaşadığı kaotik durumdur. Kendi kendisini sınırlayan, kendi yaratma özgürlüğüne bilinçli ya da bilinçsizce set oluşturan sanatçılar da vardır. Bu türden içsel bir kısıtlama bence dış baskı ve kısıtlamalardan daha dirençlidir ve aşılması hayli zor bir olgudur.


                            
Sanatçı, yaratma sürecinde en ilkel (arkaik) benliğine yolculuklar yapar; oradan edindiklerini, bilinçdışının imgeleri, sembolleri ve metaforlarını kullanarak, yüceltme mekanizmasıyla estetik boyuta taşır. Bu estetize etme yaşantısında, sanatçının egosunun yanı sıra ve superego dediğimiz toplumsal, yargısal, engelleyici ve baskıcı kişilik özellikleri de önemli roller oynar. Carl Gustav Jung’a göre sanatçılar,  insan soyunun en arkaik dönemlerine ait kolektif bilinçdışını canlandırır, sanat ürünlerini bu kaynaktan besleyerek oluştururlar. Bu durumda, sanatçının yaratma kapılarını önce kendi içinde tam ve koşulsuz bir özgürlüğe açması gerekir. Toplumsallaşmış insan, beyni ve zihni koşullandırılmış insandır. Dolayısıyla sanatçının bu içsel çabası, toplumun katı ve geleneksel kurallarını, gereksiz koşullandırmalarını aşma, toplumun değerlerini sorgulama sürecini başlatmasına neden olur.

Sanatçılar kendi iç özgürlüklerini kurabildikleri ve bunları yarattıkları sanat yapıtlarında yansıtabildikleri oranda toplumu da adım adım ileriye taşırlar. Sokrates’in dediği gibi “sorgulanmayan bir yaşam, yaşanmaya değer değildir” ve toplum- yaşam sorgulamasını en etkili biçimde gerçekleştiren; toplumu, insanlığı daha ileriye götüren kişiler; özgün, özgürleşmiş, cesur ve ölümsüz sanatçılardır.


(Hülya Soyşekerci, Mavi Harfler Atölyesi, Yasakmeyve Komşu Yayınları,Haziran 2012, 
s. 273-275'ten alıntıdır.)


Hülya Soyşekerci
hsoysekerci@gmail.com


Kaynaklar:

  1. “Yaratma Cesareti”, Rollo May, Metis Yay. 2007.
  2. “Şiir ve Psikiyatri Kavşağında”, Yusuf Alper, Okuyanus Yay. 2001



Sami Baydar hakkındaki Portre yazım K24'te

$
0
0




                                       http://t24.com.tr/k24/yazi/iyi-ki-vardiniz-sami-baydar,324



                     

ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin 24. sayısında Gotik Roman Kahramanları da yer alıyor...

$
0
0




ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin 24. sayısında GOTİK ROMAN KAHRAMANLARI dosyasını hazırlamaktan mutluluk duyuyorum. Dosyaya değerli yazılarıyla katkı sunan tüm öğretim üyesi ve yazar dostlarıma teşekkür ederim. 
25. sayıda YERLİ GOTİK ROMAN KAHRAMANLARI ile yeniden bir arada olacağız. 

Hülya Soyşekerci

Edebiyat olmadan muhalif olamazsınız.
Farkında değilsiniz, ama hepiniz birer roman kahramanısınız.
Ve aslında biz sizi kaleme alıyoruz.
Pazartesi, 5 Ekim 2015 tarihinden itibaren Dünya Dağıtım noktalarında..
İşte!
ROMAN KAHRAMANLARI DERGİSİ
24. Sayı - İçindekiler
Katil Roman Kahramanları
Sunuş Yerine… / Şirvan Erciyes
Suç ve Ceza: Aklın Uçurumlarında Ruhun Görkemi / Zafer Demir
Saray Oyunları ve Kurbanları: Medea / Menekşe Toprak
Dostoyevski, Baba Figürü ve Karamazof Kardeşler / Volkan Hacıoğlu
Katil ile Kurban Arasındaki Silik Sınır: Ölçüsüz Bir Boşluk / Altay Ömer Erdoğan
Otomatik Portakal / Şengül Can
Koleksiyoncu Katil: Frederick Cleeg / Şirvan Erciyes
Anayurt Oteli’nin Son Konuğu / Şengül Balıkçı
Belki Yenebiliriz / İlkay Karaduman
Tanrılar Bağışlamayı Öğretmeli / Evin Öz
Gotik Roman Kahramanları
Sunuş / Hülya Soyşekerci
Otranto Şatosu’nun Gotik Kahramanları / Çiğdem Pala Mull
Frankenstein: Bir Gotik Kahraman mı Yoksa Tüm Zamanların Korkusu mu? / Şükran Yücel
Gotik Kötülüğün Varlık Alanı ve Hastalıklı Mekânlar: “Usher Evinin Çöküşü” / Yeşim Başarır
Uğultulu Tepeler’de Gotik Öğeler / Şefika G. Kamcez
Jane Eyre: Kırmızı ve Beyaz Zeminde İkili Karşıtlıklar / Pınar Üretmen
Beyazlı Kadın Üzerine Notlar / Özlem Şan
Iris Murdoch’un Melekler Zamanı ve Ensest: Elektra mı Yoksa Persephone Çatışması mı? / Semiramis Yağcıoğlu
Erkek egemen toplumun kirli çamaşırları / Raşel Rakella Asal
Ahmet Ümit’in Roman Kahramanları
Varoluş Serüveninde İnsan: Ahmet Ümit’in Roman Kahramanları / Gökhan Reyhanoğulları
Aklı ile Yüreği Arasında Sıkışan Bir Saray Yazmanı, Bir Âşık: Patasana / Arif Özgen
Bab-ı Esrar ve Karen Kimya’ya Dair Transaksiyonel Çıkarımlar / Sevil Uç Olgun
Kavim: “Yaşamın Anlamı İnsandır!” / Nesrin Aslan
İstanbul Rapsodisi: Kenan ve Ölümsüzlük Ezgisi / Azime Sinem Gültekin
Tarih, Psikanaliz ve Aşk Sarmalında Sultanı Öldürmek / Tuba Emircan
Komiser Nevzat ve İstanbul Hatırası / Ayşe Gergerlioğlu
Aldatan Roman Kahramanları
Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden Romanını Yeniden Okurken / Ramazan Teknikel
Bir Yemin Ettim ki, Dönemem... / Mahmut Şenol
Mor Elbisenin Kanatları / Gülçin Sahilli
Yok Olmaya Direnişin Ağırlığı / Müge Kökdamar Sandıkçıoğlu
Okurun Roman Kahramanları
Sunuş / Ayşe Akaltun
An / Ayşegül Yiğit
Post-yabancı / Mehmet Fırat Pürselim
Rudimenter Anonim / Ersin Karahaliloğlu
Halkların Fıkra Kahramanları
Arap Fıkra Kahramanı Behlül Dâna / Mustafa Duman
Fransa’dan / Oya Tronscorff

Şükran Yücel ile tiyatronun büyüsünde

$
0
0






Sevgili Şükran Yücel, uzun yıllardan beri tiyatro, sinema ve edebiyata emek veren çok yönlü bir sanatçısınız. Her üç alanda da önemli çalışmalara imza attınız. Bugün daha çok tiyatro ağırlıklı bir söyleşi yapalım istiyorum. Tiyatro ile ilginiz nasıl başladı ve nasıl gelişti? Yıllar önce yitirdiğimiz efsanevi oyuncu Erkan Yücel ile tiyatronun odağında bir evlilik yaptınız ve yaşamınızda tiyatronun özel bir önemi oldu. Bu dönemlerinizden günümüze kadar devam eden tiyatro serüveninizi bizlere -ana hatlarıyla da olsa- anlatabilir misiniz?


Tiyatro, yıllar içinde hiç yitirmediğim bir tutku oldu benim için. Zaman zaman öyküye ağırlık verdiğim anlar oldu ama tiyatroyla duygusal bir bağım var. Eşim Erkan’ın tiyatrosu için oyun çevirmeye başlamıştım. Belki de bu nedenle, oyun çevirmek bir vasiyet gibi oldu benim için. Sevdiğim bir oyunu okuyunca, bu oyunun Türk seyircisiyle buluşması için hemen çevirmek istiyorum. Çevirmenin iki dil ve iki kültür arasındaki “aracı” rolü beni büyülüyor. Aslında edebiyatın da bu yanını seviyorum. Hayatı kendi algıladığınız anlamda okura sunmak. Bu da bir tür aracılık aslında. Çevirirken, bir metni yorumluyorsunuz, yazarken de hayatı. Sonuçta yazmak ve çevirmek, ikisi de bir yorumlama çabası. Çeviride beni cezbeden, başka birinin beyninin içine girmiş gibi olma duygusudur. Dünyaya başka bir beyinden bakabilmek, bu olağanüstü bir şey. Bu “John Malkovich Olmak” filmindeki fantastik deneyimin daha samimi ve hakiki olanı gibi. Shakespeare’in belleğini ödünç almak gibi bir şey.

“Tiyatroda metin yalnızca ateşleyici bir öğedir. Tiyatro sanatını değerlendirebilmek için yalnızca metin dili değil, yaratıcı bir oyun düzeninin, dekorun, giysinin, ışıklama ve benzerlerinin dili de önem kazanır.” deniyorsa da bence metnin (yazının) de bir ağırlığı vardır tiyatro sanatında. Uzun süreden beri bu sanatın içinde soluk alan bir tiyatro insanı olarak ülkemizin ‘tiyatro metinleri kütüphanesi’ hakkında neler düşünüyorsunuz? Telif ve çeviri tiyatro yapıtları sayı ve nitelik açısından yeterli midir? Sizce tiyatro sanatında daha ileri adımlar atmak, dünyadaki gelişmeleri izlemek ve bu sanatta yepyeni açılımlar sağlamakta nitelikli oyun metinlerinin ne gibi katkıları olabilir?


Tiyatronun metin dışındaki öğeleri her zaman çok önemlidir. Aksi takdirde, edebiyattan farkı olmayan bir okuma tiyatrosu olur. Tiyatro, “söz”e gerek duymadan da ifade edebilir söyleyeceği şeyi. Ama her şeye rağmen, kendini bir dil işçisi olarak gören benim için sözün bir kutsallığı var. Ülkemizde bir “tiyatro metinleri kütüphanesi” yok ne yazık ki. Tiyatro metinleri kolayca yok olur, gider. Devlet Tiyatroları’nın Edebi Kurulu’nun havuzunda birikmiş yerli ve çeviri beş bin oyun metni olduğu söyleniyor. Tiyatro metinleri basmak yayıncılar için de cazip olmadığı için oyunlara ulaşmak zordur. Mitos-Boyut yayınları yıllardır sadece tiyatro metinleri ve araştırmaları basan bir yayınevi olarak bu eksikliği kısmen gideriyor. Aslında çok sayıda oyun yazılıyor ve çevriliyor ülkemizde. Klasikler dışındaki tiyatro oyunları eskiyebiliyor. Bizde tiyatro kendini sinema kadar hızlı yenileyemiyor. Sinemada Nuri Bilge Ceylan’ın, Zeki Demirkubuz’un gerçekleştirdikleri atılımı, tiyatromuzda göremiyoruz. Aslında dünya tiyatrosu da böyle bir durgunluk içinde. Dünya sahnelerini sarsacak yeni bir Brecht veya Beckett çıkmıyor  uzun zamandır. Son yıllardaki belirgin seyirci kaybından sonra tiyatrolar da bir arayış içine girdi. Ama bir yandan kapanan ve yıkılan sahneler, bir yandan ekonomik güçlükler, tiyatroların belini doğrultmasına izin vermiyor ne yazık ki.


Ülkemizde tiyatro çevirileri yapan az sayıdaki çevirmenden birisiniz. Tiyatro oyunlarını çevirmeden önce ve çeviri sırasında ne gibi hazırlıklar ve çalışmalar yapıyor, çeviri süreçlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?

Öncelikle oyunun yazarını araştırırım. Zaten ben bir oyun yazarına bağlandığım zaman, onun pek çok oyununu çeviriyorum. Tom Stoppard ve Sam Shepard’la böyle oldu. Hayatımın birkaç yılı Stoppard ve Shepard’la geçti. Shepard ve Stoppard’dan çevirdiğim on oyundan sadece biri sahnelendi. Çünkü entelektüel düzeyleri çok yüksek bulundu. “Bizde seyirci bunları anlamaz” dendi. Neyse ki Dost Kitabevi Yayınları, Stoppard’ın ve Shepard’ın Toplu Oyunları’nı bastı. Oyun çevirisi sürecinde, diyalogların, öncelikle karakterlere ve Türkçe konuşma diline uygun olarak çevrilmesine dikkat ederim. Dilin akışı da çok önemlidir benim için.


Çevirdiğiniz oyunun sahnelendiğini görmek, oyunu sahnede izlemek nasıl bir duygu? Karakterlerin canlanıp soluk almaya başlamaları büyülü bir an mı sizce?


Ben daha eleştirel yaklaşan bir seyirci gibi izlerim oyunu. Ayrıntılara takılırım. Bu tavrın büyü bozucu bir yanı var, doğal olarak. Çevirirken gözümün önünde canlanan oyunla sahnedeki oyun her zaman çakışmayabilir. Tiyatro oyunu, yazıldığında değil, sahneye konulup oynandığında, hayat bulur. Dekorla, ışıkla, kostümle ve oyunculukla bambaşka bir atmosfer kurulur. Orada önemli olan yönetmenin yorumudur. Oyun çevirmenin, oyunu sahnede seyretmekle daha da zenginleşen bir deneyim olduğunu söylemeliyim. “Bana Bir Picasso Gerek”’i, Arif Akkaya’nın yorumuyla gerçek bir Gestapo merkezi gibi kurguladığı Duru Tiyatro’nun kazan dairesinde izlemek beni çok heyecanlandırdı. Bu sahnelemeyi yazarı Jeffrey Hatcher da görseydi, etkilenirdi mutlaka.


Tiyatro ile dil arasındaki o yaşayan, o dinamik ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?


Tiyatro ile dil arasında çok akışkan bir karşılıklı ilişki var. Tiyatro son yıllarda, sokağın dilinden çok etkileniyor. İngiliz ve Amerikan oyunlarındaki sert argoyu Türkçe’ye aynı canlılığıyla yansıtmak bazen zor olabiliyor. Çeviri yaparken, dilin olanaklarını ve sınırlarını zorlamak gerekebilir. Bazı cümleleri ikinci dilde ifade etmek güçtür. Şiir çevrilmez der, bazıları. Bence çevrilir. Önemli olan anlamı bozmadan sesi yakalayabilmektir. Tiyatro çevirisi de şiir çevirisi gibidir. Anlamı ve içeriği ifade ederken, yapıtın ses tonunu ve ritmini de yakalamak gerekir. Bu her oyunda farklıdır. Bazısı senfoni gibidir, güçlü bir ses ister, bir diğeri oda müziği gibi dingindir. Bazısı rock ve heavy metal’e benzer. O zaman oyunda sözcükler havada çarpışmalıdır. Hepsini aynı tonda çeviremezsiniz. Sahnede canlandırılan yaşamın seyirciye inandırıcı bir biçimde yansıtılması için en uygun sözcükleri seçmek zorundayız. Aynı zamanda giderek daha az sayıda sözcük kullanarak konuşan bir topluma dilin farkına varmadığımız zenginliklerini hatırlatmak gibi bir işlevimiz de var gibi geliyor bana. Sözcüklerini kaybeden bir toplum, geçmişini de kaybeder.


 “Replikler, dil ve yaşam” sözcükleri size ne anımsatıyor?


Hayatta, ağzınızdan çıktıktan sonra, repliklerinizi geri alma ve düzeltme şansınız yoktur.


 En çok severek, keyif alarak çevirdiğiniz oyun hangisi oldu? Son çevirilerinizden de söz eder misiniz?


Hepsini severek ve keyif alarak çevirdim. Tom Stoppard’ın Arcadia ve Hint Mürekkebi adlı oyunlarını, Sam Shepard’ın bütün oyunlarını. Duru Tiyatro’da ve Bursa Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen “Bana Bir Picasso Gerek”i çok severek çevirdim. Sofokles’ten “Filoktetes”’i çevirmekten de büyük zevk aldım. Özellikle metnin şiirselliğini Türkçe’ye yansıtmak için dille, sözcüklerle köşe kapmaca oynamak çok zevkliydi. Üstüne üstlük, Filoktetes’in günümüzle birebir ilişki kurulabilecek bir konusu var. Sofokles,  iki bin dört yüzyıl önce, siyasette amaca ulaşmak için yalan söylemenin doğru olup olmadığını sorguluyor. Bugün de aynı soru gündemimizde. Yunan tragedyalarını ölümsüz yapan da, her dönemde kalıcı olan can alıcı meseleleri vurgulayanbir felsefelerinin olması. Oysa bugün her şey çok geçici ve uçucu. Günümüzde yazılan oyunların çoğu güncelin ve gelip geçici modaların çok fazla peşine takıldığı için çok çabuk eskiyor.


 “Bana Bir Picasso Gerek” çevirinizle Tiyatro Dergisi’nin Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın Çevirmeni” ödülünü aldınız. Ödüllerin işlevi konusunda ne düşünüyorsunuz?


Bütün ödüllerin teşvik edici yanı bence çok önemli. Hiçbirimiz edebiyatla ve sanatla ödül için uğraşmıyoruz ama gönül vererek yaptığınız bir işin takdir edilmesi önemli. Oyun çevirmenliği çok nankör bir uğraş. Bizde çevirmenin adı yoktur. Benim Türkçe’ye çevirdiğim yirmi beş oyundan sadece altısı sahnelendi. Her oyun çevirdiğimde, bu sonuncu olacak dediğim çok oldu. İlk çevirdiğim oyun tam on yıl sonra sahnelendi. Hiç sahnelenme şansı bulamayan binlerce oyun yazılıyor ve çevriliyor bu ülkede. Oyun çevirmenlerinin çoğu yaptıkları işin karşılığını alamıyor. Telif hakları sorunları devam ediyor. Çeviriye yeterince önem verilmiyor. İyi çeviri her zaman ödüllendirilen bir şey değil bizde. Tiyatro Dergisi’nin oyun yazarını ve çevirmenini ödüllendirmesi önemli bir şey. Diğer tiyatro ödüllerine de bu kategorilerin eklenmesinin zamanı geldi diye düşünüyorum.


  Edebiyatla ve sinema eleştirisiyle uğraşıyor; tiyatro çevirisi ile de yoğun olarak ilgileniyorsunuz.  Bu sanat dalları arasında yüreğinizde en çok yer tutanın hangisi olduğunu ve nedenini de merak ediyorum doğrusu?..


Ben her şeyden önce iyi bir okur ve izleyici olmaya çalışıyorum. Bu yüzden de hiçbirinden vazgeçemiyorum. Edebiyat, tiyatro ve sinema bağımlısıyım. Hepsinin iyi örneklerini takip etmeye çalışıyorum. Zaman zaman biri ön plana geçse de, hepsine zaman ayırmaya çalışıyorum. Bu nedenle yazmak ikinci planda kalıyor. Ben yazmasam da, dünya dönüyor nasılsa:)


Teşekkür ederim sevgili Şükran Yücel.


Ben teşekkür ederim.


                                                                                                   Söyleşi: Hülya Soyşekerci






Varoluşçu düşüncenin ağlarında

$
0
0




Uzun yıllar boyunca yurtdışında gönüllü ve zorlu bir sürgün yaşamı sürdüren Demir Özlü, uzak kentlerin ruhunu keşfe çıkarak, bu kentlerin içinde derinleşen entelektüel izlerin ardına düştü. Düşünce ve duyuş tarzı açısından yakınlık duyduğu bazı Avrupalı yazarların yıllar, yüzyıllar önce yaşadığı sokakları, evleri, mekânları adım adım dolaştı; izlenimlerini kendi içsel duyumsamalarıyla harmanlayıp yoğun, şiirsel anlatımıyla okuyanda unutulmaz edebi tatlar bırakan anlatılar, öyküler ve romanlar kaleme aldı.


Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde Behçet Necatigil de, 1950 kuşağı yazarları arasında yer alan Demir Özlü için “Hikâyelerinin yapısını varoluşçu ve gerçeküstücü öğelerle oluşturdu, entelektüel ve esrarlı havasıyla yalın gerçekçilerin karşıtı bir yazar oldu.”  der.


Demir Özlü’nün eserlerinde Avrupa’nın, Amerika’nın uzak kentlerinin entelektüel ruhu, kendi ülkesinde yaşadığı gençlik, çocukluk yaşantılarıyla,  unutamadığı mekânlarla buluşur. Yazar, anılarıyla yeniden uzanır yıllar önce yaşadığı İstanbul’a ve Anadolu kentlerine; yurt özlemini de kendi ana dilinden güç alarak yazdıklarında içten içe duyumsatır. Düşlerle gerçekler bir aradadır; düş nerede başlar, gerçek nerede biter, hemen kendini ele vermez onun eserlerinde. Bir gezginin, bir ziyaretçinin mekânları olan oteller ve kafeler Demir Özlü’nün roman, anlatı ve öykülerinin odak mekânlarıdır. Yaşamın geçiciliğini duyumsatır gibidir bu yerler; birer ziyaretçisi olduğumuz yaşama atıfta bulunur; “asıl gerçek ölümdür; birey açısından kalıcı olan sadece hiçlik ya da sonsuz bir boşluktur” diye fısıldar sanki. Varoluşsal boğuntuyu, yalnızlığı, anlamsızlık duygusunu, hiçliğe uzanan adımlarımızın sesini duyarız Demir Özlü anlatılarında. Yaşamın yazınsal boyutta kurgulanmasından oluşan yeni bir estetiğin sezgisi yüreklerimize ulaşır. Demir Özlü, ayrıca anlatıcı/yazar özdeşimi yaratarak bunu kendine özgü bir kurgulamaya dönüştürür.


Demir Özlü’nün kısayoğun anlatı kitabı Önünde Boş Bir Uzam yukarıda belirttiğim kavramları vurgulayan, yazarın oluşturduğu etkileyici atmosferiyle içimizde ürpermeler yaratan bir kitap. Önünde Boş Bir Uzam, yazma ânından hemen önce yazarın önündeki o boş kâğıdın görünmez girdabını;  bunun yanı sıra insan yaşamının sonundaki hiçliği, ölümün boşluk ve bilinmezliğini temsil ediyor. Atılan adım boşluğa doğrudur; insan ondan sonrasını göremez, bilemez ve kavrayamaz. Yazar, bu metaforu, varoluşçu filozof Kierkegaard’ın bir metninden esinlenerek işliyor. Kitabın sonlarına doğru karşımıza çıkan bu kısacık varoluşçu metni okuyunca, kitabın adıyla insanın asıl meselesinin müthiş bir kesişme noktasında derinleştiğini görüyor; boşluğa düşme ânının yarattığı o inanılmaz ürpertili heyecanı ruhumuzun tüm noktalarında hissediyoruz. Anlatıcı /yazarın esinlendiği felsefi metin aynen şöyle: “ Ne gelecek? Gelecek ne getirecek? Bilmiyorum, hiçbir şey sezmiyorum. Bir örümcek, belirli bir noktadan hedefine doğru indiğinde, önünde hep, ne denli çırpınsa da ayağın basamayacağı boş bir uzam görür. Benim durumum da böyle; önümde hep boş bir uzam; beni öne doğru götüren ise, arkamda kalmış bir sonuçtur.”(s. 71)


 Stefan Zweig’in deyimiyle “kendileriyle savaşanlar”dan olan ve yaşamına kendi eliyle son veren yazar Heinrich von Kleist’ın yaşadığı Berlin mekânlarını anlatıcı/yazarla birlikte dolaşıyor, Kleist’ın evinde ve sokaklarda onun soluk alışını hissediyoruz adeta. Sevdiği insanla birlikte intihar eden Kleist’ın mezarı başında şunları düşünüyor anlatıcı/yazar: “İki sevgilinin mezarı mıydı bu? Böyle yorumlamak ne kadar zor! Bu çağın sancısının, çağın sancısıyla derin bir kişiliğin buluştuğu yerde duyulan, sonraki iki yüzyıla da yansıyan bunaltısıydı. Belki ruh, geleceğin bütün çalkantılarını, insana uygun düşmeyecek bütün sarsıntılarını duymuştu. Şairin intiharı, bence onun şiirinin bir süreğiydi. Bu şiir devam ediyordu. Daha da sürecekti.” (s. 63)


Önünde Boş Bir Uzam, anlatıcı/yazarın Berlin’deki günlük yaşamından kesitlerle, otel odalarındaki yazma süreçlerinde duyumsadığı sancılı yaratım anlarının anlatımlarıyla başlıyor. Sayfalar ilerledikçe yazarın yaratma süreçlerine daha yakından tanık oluyor; odasında yazı masası başında onu tüm yalnızlığıyla görür gibi oluyoruz. Anlatıcı/yazar, metnin kişisine “sen” diye seslenerek kuruyor anlatıyı.  Böylece, hem yazar, anlatı kişisini dışsallaştırıp kendinden uzakta tutuyor hem de okurun iç dünyasına seslenerek aynı anda iki farklı kişiye ulaşmayı başarıyor bu tarz anlatımla. İyi yazılabilmiş her yazının bütün haksızlıklara başkaldırma olduğunu belirten anlatıcı/yazar, günümüze de göndermede bulunarak şöyle sesleniyor: “Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileştirmek için yazdığını düşünsen de, ‘ıssız çöllerden’ ya da Berlin’deki kanallardan söz etsen de, bir ‘sis çanı’ olacaksın sen. Korkma, kendini koy ortaya.” (s.12) Bir entelektüelin dünya, yaşam ve insanlık karşısındaki sorumluluğunu vurgulayan böyle etkili satırlar, kitabın başından itibaren tüm anlatının dokusuna yayılmış durumda.


Usta yazar Demir Özlü’nün eseri Önünde Boş Bir Uzam, insanın içinde fırtınalar koparıyor. Berlin’den Paris’e;  geçmişten şimdiye; gerçeklerden düşlere, anılardan geleceğe gidip gelen bu sıra dışı metinde, insanın evrensel yazgısıyla bir kez daha yüzleşiyor; boş uzamda var olabilmenin ancak sanatsal yaratımın ölümsüzlüğüne ve sonsuzluğuna tutunarak gerçekleştiğinin sezgisel bilgisine ulaşıyoruz. Metnin her adımında, varoluşçu düşüncenin ağlarında dolaşan bir örümcek gibi hissediyoruz kendimizi.
“İnsan”da derinleşmek isteyenler, bu kitapta kendi iç labirentlerinin keşfine çıkacak; insanın varoluş sorunu ve sorumluluğunu kalpten hissedecekler.


Hülya Soyşekerci



(Önünde Boş Bir Uzam, Demir Özlü, anlatı, YKY)

Bu yazı ilk kez Edebiyat Haber sitesinde yayımlanmıştır:

http://www.edebiyathaber.net/varoluscu-dusuncenin-aglarinda-bir-orumcek-hulya-soysekerci/


Sevgi Soysal'ın "Tante Rosa"sı hakkındaki yazım K24'te

$
0
0





Sevgi Soysal'ın "Tante Rosa" adlı eseri hakkındaki yazım K24'te; aşağıdaki linkte:

http://t24.com.tr/k24/yazi/tante-rosa-yasamakta-israr-ediyor,404

































"Kendi içime dalıyorum ve içimde bir dünya buluyorum"

$
0
0


Gotik Roman Kahramanlarının dosya editörü Hülya Soyşekerci



Yerli Gotik Roman Kahramanları dosyanın ikinci ve devam bölümü niteliğinde bir sonraki sayımızda yer alacak.

*****

RK aynı sayı için ikinci baskıya girdi Bir edebiyat dergisi için alışılmadık bir durum




Dünyanın Öyküsü dergisi 11. sayısında KÖR BAYKUŞ'UN GÖZÜ "Kör Baykuş'ta Görsellik"

$
0
0

14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisi 11. sayısında  Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş Romanında Görsellik”i işleyen KÖR BAYKUŞ'UN GÖZÜ adlı yazım yer alıyor. 


14 Şubat Dünyanın Öyküsü 11. sayısında Ahmet Büke’yi kapağa taşıyor.
Derginin odağında Tayfun Topraktepe, Kerem Bakıcı, Büşra Akova, Ali Onur Şahinoğlu, Sibel Yükler, Sacide Alkar Doster, Veysel Boy, Murat Şahin Öcal, Büşra Soğancıoğlu ve Eylem Ata Güleç’in Ahmet Büke ile yapmış oldukları söyleşi var.
Katherine Mansfield, Virginia Woolf, Max Frisch, Jesse Stuart, Muzaffer Abayhan, Vicdan Efe, Mustafa Emre, Sultan Komut, Güner Arslan, Aydanur Saraç, Sevtap Ayyıldız, Sibel Buket, Rojda Alak, Saniye Kısakürek, Aslıhan Duman öyküleriyle 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nde yer alıyor.
Mahir Ünsal Eriş ve Doğuş Sarpkaya, 15. Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nde Çağdaş Türkçe Edebiyatta İstanbul Dışı’nı konuşmuşlardı. Ankara’ya, Erdek’e uzanan, İstanbul’un “merkeziliğinin” tartışıldığı akıl açıcı sohbet 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nün sayfalarına taşınıyor.
Hayati Misman 11. sayının konuk ressamı.
Şairin Öyküsü bölümünde Ahmet Telli, Hayaletimsi Gölgeler adlı öyküsüyle konuk oluyor.
Ercan y Yılmaz, söyleşi dizisine devam ediyor, sıradışı sorularını Fergun Özelli’ye yöneltiyor.
Şair Neşe Yaşın, Rüzgârda Dört Kadın Selvi şiiriyle dergiye konuk oluyor.
Yaşar Seyman okurları başka bir dünyaya sürüklüyor: “Yüzü Okyanusa Dönük Şehir: Cape Town”
Sibel K. Türkeryeni romanından bir bölümle derginin sayfalarında: Mecnun Kelebekler
Selçuk Erez. Erez’in oylumlu yazısının başlığı: “Edebiyat ve Yaratıcılık”
Mehrnoosh Mazarei, “Sangam” adlı öyküsüyle konuk olurken yazarla söyleşiyi Mustafa Balel yapıyor.
Selda Uygur Georges Perec – “Uyuyan Adam”ı yazdı.
Yazı Atölyesi: Sesimiz bölümünün konuğu Lamia Salaçin
Emin Özdemir, “Rüyalar ve Yazınsal Yaratılar”ı yazdı.
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun, köşe yazısının başlığı “Öykü ve Eşiği”
Hasan Özkılıç, Yaprak Yaprak başlıklı köşesinde yazdı: “İlk Kitaplar İlk Hikâyeler – Hulki Aktunç”
Kemal Gündüzalp, “Hikâye Tamircisi”ni yazdı.
Faruk Duman, Üçüncü Peron Yazıları’nı sürdürüyor: “Doğanın Çağrısı”
Hülya Soyşekerci’nin Hayaller ve Harfler’de bu sayıki konuğu Sâdık Hidayet: “Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş Romanında Görsellik”
Necip Tosun yazdı: “Franz Kafka: Çağın Çürümüşlüğüne Başkaldırı”
Ayşegül Tözeren yazısında sorular soruyor: “Melez Bir Tür: Novella”
F. Gül Koçsoy “Edgar Allan Poe’nun ‘M. Valdemar Vakasındaki Gerçekler’ Adlı Öyküsü”nü yazdı.
edebiyathaber.net (19 Ekim 2015)
- See more at: http://www.edebiyathaber.net/14-subat-dunyanin-oykusu-dergisinin-11-sayisi-cikti/#sthash.BmY64ghp.dpuf

digital art-work

$
0
0

"she likes the night " by Christian Schloe











Sadık Hidayet'in Kör Baykuş'unda görsellik

$
0
0









"Sadık Hidayet'in Kör Baykuş Romanında Görsellik"
Dünyanın Öyküsü 11.sayıda

Sait Faik'in yasaklı romanı: Medarı Maişet Motoru

$
0
0



     


Sait Faik'in yasaklı romanı
      Medarı Maişet Motoru hakkındaki  yazım K24'te...

http://t24.com.tr/k24/yazi/sait-faikin-yasakli-romani-medari-maiset-motoru,485

   

14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisinin 12. sayısı yayımlandı.

$
0
0




14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisinin 12. sayısı yayımlandı.
14 Şubat Dünyanın Öyküsü 12. sayısında Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nde gerçekleştirilen Edebiyatta Eril Dil Paneli’ni sayfalarına taşırken, panelin konuşmacılarını ve yönlendiricisini de kapağa taşıyor: Melike UzunOylum Yılmaz ve Ayşegül Tözeren.
Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği tarafından yayımlanan 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisinin 12. sayısında 4’ü çeviri 18 yeni öykü var.
Virginia Woolf, Elguja Nemsadze, Marcelle Delpastre, Halil Genç, Işık Kansu, Onur Caymaz, Ayşe Başak Kaban, Murad Olgar, Mahmut Yamalak, Semrin Şahin, Murat Şahin, Nurten Çakır, Derya Sönmez, Caner Fidaner, Merve Arlı, Kerem Görkem, Ali Oktay Özbayrak öyküleriyle 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nde yer alıyor.
Bir Öykü Bir Söyleşi
Mustafa Balel, Mohammad Taghavi ile söyleşti. Mohammad Taghavi’nin öyküsünün başlığı, Siyah Balon.
Öykünün Püf Noktası
Şenay Eroğlu Aksoy: “Usul Yapılan Bir İştir Yazmak”
Konuk Tür: Şiir
Ahmet Coşkun: “Berfin”
Konuk Tür: Gezi Yazısı
Ayşe Semra: “Defne Ağacının Altında”
Başkaldıran Edebiyattan Sinemaya
Selda Uygur yazdı: Cortazar’dan Antonioni’ye “Cinayeti Gördüm”
Hey Onbeşli Onbeşli Öykü Yolları Taşlı_16
Ercan y Yılmaz, söyleşi dizisine devam ediyor, sıradışı sorularını Mutafa Balel’e yöneltiyor.
Köşe yazıları
Emin Özdemir, “Yapıt Adlar”ını yazdı.
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun, köşe yazısının başlığı “Gerçeklik ve Yalnızlık Adası”
Hasan Özkılıç, Yaprak Yaprak başlıklı köşesinde yazdı: “İlk Kitaplar İlk Hikâyeler – Yaşar Kemal / Sarı Sıcak”
Hülya Soyşekerci’nin Hayaller ve Harfler’deki yeni yazısı: “Yaratıcılığın ve Özgürlüğün Düşmanı: Faşizm”
Necip Tosun yazdı: “Gabriel García Márquez: Büyülü Gerçekçilik”
Çiğdem Ülker yazdı: “Hüseyin Rahmi’nin Filozof Zekâsı Gülmeyi Seviyor”
Ayşegül Tözeren yazısında büyük ustayı uğurluyor: “Sondan Başa Yaşar Kemal”
Yazı
Pınar Güner“Elli Yıldır Yanan Saraylar Üzerine”Zennure Köseman“Ursula Le Guin Kısa Hikâyelerinde Gizemli Yolculuk Türleri” adlı yazısıyla 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nde…
Öykü Dergiciliği
Gül Durmaz “Yaşasın Edebiyat Dergisi”ni yazdı.
Bir Raftan Bir Sahaftan
Kadir Yüksel karşılaştırmaları yazılarını sürdürüyor.
- See more at: http://www.edebiyathaber.net/14-subat-dunyanin-oykusu-dergisinin-12-sayisi-cikti/#sthash.yUezH5UH.dpuf

Roman Kahramanları dergisinin 25. sayısında Gotik Roman Kahramanları dosyası

$
0
0




Roman Kahramanları'nın 25. sayısı için hazırladığım Gotik Roman Kahramanları       
(2. Kısım)  dosyasında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Suat Derviş, Nezihe Muhittin, M. Âkil Koyuncu, Kerime Nadir, Sadık Yemni, Mine Söğüt, Filiz Özdem'in gotik izler taşıyan romanları , birçok yazar ve akademisyen tarafından odağa alındı. 





14. İZMİR ÖYKÜ GÜNLERİ

$
0
0





14. İZMİR ÖYKÜ GÜNLERİ

12 – 13 – 14 Şubat 2016

“Gençlik ve Barış”

Onur Konuğu Necati Tosuner



I. Gün: 12 ŞUBAT 2016 CUMA
(Tarık Dursun K. Günü)

14.00 Açılış ve Sunuş

14.15 Sözleriyle Tarık Dursun K.

14.30 Oturumlar Açılış Konuşması

 Ayşem Üçer Kalyoncu

14.45 I. Oturum: Tarık Dursun K. ve Edebiyatı
 Ahmet Önel, Aydoğan Yavaşlı, Özlem Fedai, Hasan Özkılıç
 Yönlendirici: Şükran Yücel

15.45 Ara

16.00 II. Oturum: Tarık Dursun K. ve Sineması
 Kemal Özdemir, Lütfü Dağtaş

17.00 Sözleriyle Necati Tosuner

17.20 Ödül Töreni

17.40 Kokteyl

18.30 Timuçin Şahin Jazz Konseri (New York University)




II. Gün: 13 ŞUBAT 2016 CUMARTESİ

13.00 Dünden Bugüne Öykü Günleri (sinevizyon)

13.15 Dünya Öykü Günü Bildirisinin Okunması
 Okuyan: Kerem Işık

13.25 I. Oturum: Necati Tosuner'in Öykü ve Edebiyat Dünyası
 Leyla Ruhan Okyay, Behçet Çelik, Hüseyin Yurttaş
 Yönlendirici: Hülya Soyşekerci

14.20 Ara

15.00 Bir Öykü Bir Yazar (Muzaffer Kale)

15.10 II. Oturum: Mekân (Şehir) ve Öykü
 Fergun Özelli, Mahir Ünsal Eriş, Sinan Sülün
 Yönlendirici: Ayşegül Tözeren

16.10 Bir Öykü Bir Yazar (Emel Kayın)

16.20 III. Oturum: Gençliğin Okur ve Yazar Olarak Dergi Macerası
 Barış İnce (Bavul), Deniz Durukan (Pulbiber),
 Özcan Karabulut (Dünyanın Öyküsü), Faruk Duman (Sarnıç)
 Yönlendirici: Doğuş Sarpkaya




III. Gün: 14 ŞUBAT PAZAR
13.00 Necati Tosuner’in Kambur Öyküsünün Sahneye Aktarımı
 (Öykü Tiyatro Topluluğu)

13.20 I. Oturum: Barışın Dili, Barış Öyküleri
 Karin Karakaşlı, Sibel Öz, Zafer Doruk
 Yönlendirici: Asuman Susam

14.20 Ara

15.00 Bir Öykü Bir Yazar (Seher Kaya)

15.10 II. Oturum: Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Barış
 Mavisel Yener, Hacer Kılcıoğlu, Saba Kırer
 Yönlendirici: Y. Bekir Yurdakul

16.10 Bir Öykü Bir Yazar (Demet Aksu)

16.20 III. Oturum Genç Öykünün Yolculuğu
 Ayşe Kaban, B. Nihan Eren, Ercan Y. Yılmaz, Hande Gündüz
 Yönlendirici: Aydın Şimşek

 * Fuayede Lütfü Dağtaş’ın Tarık Dursun K. Fotoğraf Sergisi

* Tüm etkinlikler Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi’nde yapılacaktır.



Çokkültürlülük, kadın edebiyatı ve "Sen de Gitme Triyandafilis"

$
0
0




İçinde yaşadığımız çağ, teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızı içinde dünyanın yeniden biçimlendiği; toplumların yeniden yapılandığı; bireylerin algıları ve zihniyetinin giderek değişip dönüştüğü bir döneme karşılık gelmektedir. Tarihin tanık olduğu en farklı dönemlerden birinin içinde yaşıyor olmak, hem kaotik bir durumu, hem de çok parçalılığın içinde bütünlüğü hedefleyen evrensel- toplumsal bir sistemi dayatmaktadır insana. Böylesine devasa ve karmaşık sistem içinde insan, kendini gerçekleştirmek, kendi varoluşunu oluşturabilmek ve yitip gitmemek için; kendini dışa açmak, teknolojinin belirlediği yeni hayat tarzında çok sık karşılaştığı ve tanık olduğu kültürel farklılıkları ötekileştirmeden; bu kültürlerle bir arada, sevgi, saygı, uyum ve barış içinde yaşamak durumundadır. Demokrasinin ruhu, farklılıkların birlikteliğine duyulan saygıda kendini ifade eder.

Çağın yapısına uygun çokkültürlülük olgusunu işleyen yazınsal metinler, çoğu zaman farklı renklerin birbiriyle kaynaşıp sarmaştığı estetik bir güzelliği sunarlar. Farklılıkları bir araya getirip sevgiyle kaynaştırma, kadın doğasından gelen bir özelliktir aynı zamanda. Kadınlar tarihsel dönemlerde çoğu zaman birleştirici, bütünleştirici özelliklerini kullanmışlar; kendilerini, bir “düşman” ya da “öteki” yaratma üzerinden ifade etmek yerine şefkatli, onarıcı ve birleştirici yönlerini öne çıkararak ifade etmeye özen göstermişlerdir. Bu olgunun, yazınsal metinlerde; roman ve öykülerde özellikle kadın yazarlar ve kadın edebiyatı bağlamında başarıyla işlendiği görülür. Bu konuyla ilgili olarak edebiyatımızdan birçok kadın yazar ve yapıtlarının adlarını belirtmek olası; ancak ben Ayla Kutlu’nun etkilendiğim öykülerden biri olan Sen de Gitme Triyandafilis’ten söz etmek istiyorum bu yazıda.

Ayla Kutlu, Sen de Gitme Triyandafilis’in olay örgüsünü kronolojik çizgide ilerleyen geniş bir zaman dilimine yayar. Böylece bu uzun öyküde tarihsel bir döneme özgü toplumsal olaylara ve bu olayların birey üzerindeki etkilerine tanık oluruz. Fransız işgali sonrası İskenderun’a, bu kentte yaşayan bir Rum ailenin yaşantılarına ve kızları Triyandafilis’e çeviririz bakışlarımızı.

Yazarın, Sen de Gitme Triyandafilis’in ilk sayfasındaki “Doğasını ve insanlarını bende yeniden doğuran; iç zenginliğimi, düş gücümü ve yaratıcılığımı çoğaltan kentime…” ifadesiyle, kitabı  İskenderun’a adamış olduğu dikkatimizi çeker.  

Kendisiyle yapılan bir söyleşide, Sen de Gitme Triyandafilisöykülerindeki her parçada İskenderun’un kültürel yapısından gelen pek çok özellik olduğunu, bu kentte yetişmiş olmasaydı bu öykülerin çıkmayabileceğini belirterek, nedenini şöyle anlatır: “Bir bölge, bir kent düşününüz: Eski kitaplarda Kenan Ülkesi diye geçen bolluk diyarının üst sınırında. Bütün dinlerin çıkıp yayıldığı bölgedir burası. Zenginlik buralarda ticaret yapmak isteyen uzak ülke insanlarını çektiği gibi, burada yaşayan insanları uzak ülkelerle içli dışlı hale getirmiştir. İmparatorluğun en çok ırk, din ve mezhebinin bulunduğu bölgesidir buralar. Örneğin Antakya Kilisesi çok önemli bir merkezdir…” der ve şöyle devam eder: “Osmanlı yıkıldıktan sonra, Fransız Mandası altında kalmış, Batı insanıyla bire bir ilişki kurmuş bir toprak öte yandan. Özgürlüğün savaşını vermiş ve dünyayı titreten ikinci genel savaşın hemen öncesinde barışa kavuşmuş. İnsanlar birlikte yaşamayı öğrenmişler. Kültürün çeşitlenmesini düşünebiliyor musunuz? Her kapı, yemeğiyle, giysisiyle, aile kurumuyla, beğenisiyle ayrı bir dünya… Öte yandan başka kapılardan girmiş duvarları aşıp sinmiş başka güzellikler var. En önemlisi birbirine dost olmanın gerekliliğine duyulan inanç var. Bunları algılamış olmalıyım. Algılamanın en yoğunu çocukluktadır.… Bu, bilinen bir şey. Ancak yetmez. Daha sonra okuyarak, gözleyerek, düşünerek algılamalarınızı bir temele oturtursunuz.”(Sen de Gitme Triyandafilis, Bilgi Yay. Şubat 2009, s.211-212) 

Bu sözleriyle Ayla Kutlu yetiştiği coğrafyadan ne denli derin bir şekilde etkilendiğini ve bu coğrafyanın kültürel farklılıklarının büyük bir zenginlik yaratarak öykülerini besleyen ana damar olduğunu ifade eder. Ayla Kutlu’nun yapıtlarında çokkültürlü toplumsal yapılanma, kadın özgürlüğü sorunsalı üzerinden aktarılır. Böylece bu coğrafyada yaşayan tüm kadınların; hangi dine, kültüre ya da ulusa mensup olurlarsa olsunlar, aynı ya da benzer sorunları ve çileleri yaşadıkları, okurun içini acıtan etkili dramlarla anlatılır.

Sen de Gitme Triyandafilisöyküsünde, Fransız işgali ve mandası sonucu zenginliğini artıran Rum tüccar Mösyö Antuvan, bir yandan da Fransız ordusunun yiyecek mutemetliğini yapmaktadır. Eşi Teodora ve çocuklarıyla; bakıcılar ve hizmetçileriyle; hatırlı konuklarıyla büyük bir evde ihtişamlı bir yaşam sürdürmektedir. Çocuklardan Aleksiya yirmi bir yaşında ve yakında evlenecek bir kızdır. On iki yaşındaki ikizler Niko ile Eleina birbirleriyle didişen iki yaramaz çocukturlar. Triyandafilis ise ikinci çocuktur; on beş yaşındadır, son derece güzel; ama ne yazık ki çok saf hatta geridir… Zekâ yaşı yedi yaşındaki bir çocuğu hiçbir zaman geçemeyecektir. İkizler, Triyandafilis’e sürekli sataşır; acımasızca alay eder ve sinsice ona kötülük yapmaya çalışırlar. Triyandafilis hiçbir zaman sokak kapısının dışına çıkarılmaz; evde gözler sürekli onun üzerindedir. Bu çok güzel ama zihinsel engelli kızın, evin dışında bir kötülüğe uğrayabileceği korkusuyla yaşarlar.  





Triyandafilis’le en çok dadısı Sultan ilgilenir. Sultan’ın hiç çocuğu olmamıştır; analık duygularıyla bağlıdır Triyandafilis’e. Onu karşılık beklemeyen, içten ve özverili bir sevgiyle kuşatır daima. Mösyö Antuvan kızının durumuna çok üzülmekte; ara sıra onu bağrına basarak gözyaşı dökmektedir. İnsana keder verecek kadar güzel olan Triyandafilis, konuşma biçimiyle de bir çocuk gibidir; çok kısa cümleler çıkar ağzından. Onun güzelliği annesinin de yüreğine bir ağrı olarak saplanır. Dadı Sultan, Triyandafilis’e masallar anlatır.  O da kendini, anlatılan masala katar; o masalın kahramanlarından olur bazen. Gün gelir, ailenin Beyrut’a taşınma durumu konuşulmaya başlanır. Ailenin taşınma hazırlığı yavaş yavaş sürer. “Dışarıda kopan kıyamet bu eve sızmıyordu bile. Türkler, Araplar, Rumlar, Ermeniler Hatay’ın Fransız mandasındaki Suriye’ye bağlanması, yahut Türkiye’ye katılması, yahut bağımsız devlet olması için bir gecede saf değiştiriyor, planlar hazırlıyorlardı.”cümlesiyle 1938-1939 yıllarında yaşanan gerçekler anımsatılarak öykü girişinin tarihsel arka planı çizilir.

Evin içinde ya da dışında olanların Triyandafilis için hiçbir önemi yoktur. On dokuz yaşındaki incecik Fransız eri Pierre, evin penceresinde gördüğü Triyandafilis’e âşık olur; genç kız onun yolunu bekler; o da Pierre’i sevmiştir. Sultan ve diğer çalışanlar onları pencere önünde görürler. Kızı korumayı öncelikli görevleri olarak gördüklerinden, Triyandafilis’i sürekli kollarlar. Ancak bir sabah Triyandafilis’in evin bahçe kapısından çıktığı ve on adım ileride Pierre ile buluştuğu görülür. Ancak ayrılık günü yaklaşmaktadır yavaş yavaş. Sultan eşya toplarken Triyandafilis’i yine pencerede görür. Pierre camın önündedir; ikisi de gözyaşı dökmektedir. Triyandafilis elini cama sürer, parmaklarını demirlerin arasından geçirir ve sayıklar gibi konuşur. Sürekli olarak “ne pars pas”(gitme) der sevdiğine. Sultan bu durum karşısında o kadar üzülür ki, Triyandafilis’in acı çekmesine dayanamaz ve sokak kapısını açar. “Hadi git, vedalaş arkadaşınla,” der. İki sevgili güneş batana kadar gülüşüp şakalaşırlar. Pierre kızın saçına beyaz bir sardunya dalı takar. Birliğin ayrılacağı günün sabahı Pierre kapıya son kez gelir. Triyandafilis avazı çıktığı kadar, “Gitme!” diye haykırır. Ama çaresizdirler; gözyaşları içinde ayrılırlar. Triyandafilis günlerce kendine gelemez; her sabah erkenden kalkıp pencerenin önüne geçerek yalvarır: “Gitme… Gitme…” 

Sultan onun bu haline gözyaşı döker. Eşyanın yüklenmesi sırasında Triyandafilis evden kaçar. Bütün kenti ararlar; ama nereye gittiği bilinemez. Kente ilk defa çıkan Triyandafilis’in aklı karışır. O, Pierre’i aramaktadır; onu göremeyince öteki Fransız askerlerinin arkasına takılır. Onların kamyonlarından birinin arkasından “Gitme,” diye koştururken askerler alay ederek onu kamyona alırlar. Bir daha haber gelmez Triyandafilis’ten. Kızın annesi ve babası çok üzgündür; içleri parçalanarak kenti terk etmek zorunda kalırlar.

İkinci Büyük Savaş çıkar; dünyada kan ve gözyaşı egemendir. Zaman geçer; Triyandafilis unutulur gider. Sultan onu bir yürek ağrısı olarak anımsar; acısının rüzgârı giderek hafifler.

Bir gün perişan ve sefil haldeki genç bir kadın İskenderun’a gelir. Çok acı çekmiş, çok istismara uğramıştır. Fransız askeri mezarlığının kapısı önünde durur. Mezarların üstündeki haçları, kollarını iki yana açmış Pierre’lere benzetir. Kentte üç beş gün dolaşır; kendisine tanıdık gelen bir bahçeye gelince durur. Sultan’ı görünce hemen seslenir Triyandafilis; onu da unutmamıştır. Sultan’ın yüreğini anılar rüzgârı doldurur; kızı kucaklar, bağrına basar. Yoksulluk içindeki evine alır onu; kızı yıkayıp temizler. Ölümlük dirimlik parasından bir kısmıyla, kocasını Triyandafilis için yiyecek almaya gönderir. Bir türlü gelemeyen kocasını beklemekten yorulunca kızın aç yatmasına gönlü razı olmaz; evdeki ekmekleri ona yedirir. Kocası elindeki parayla bile güzel bir yiyecek bulamadan eve döner; komşularından parayla istediği halde yumurta, yağ, reçel bulamaz. Hepsi ellerini iki yana açıp “Yok,” derler; “Kör olasıca savaş…” 

Yaşlı adam eve geldiğinde, uyuyan kıza bakıp onu alnından öper ve Tanrı’dan onu kendilerine bağışlamasını ister; “Yaşamak için bir sebebe muhtacız.” der. Sultan ve kocası Triyandafilis’i şefkat ve sevgiyle kuşatır; onun incinmiş olduğunu düşünerek üzülürler; yaralarını sarmaya çalışırlar. Sonraki günlerden birinde Triyandafilis başına gelenleri kopuk kopuk anlatır; anlattığı öykü zaman zaman bulanır, öncesi sonrası birbirine karışır, uzun suskunlukların arkasındaki acıları yeniden yaşadığını yüzündeki, gövdesindeki titreşimler, kasılmalar belli eder; sık sık ağlar. Anlattıklarından anlaşılır ki Triyandafilis köyden köye, evden eve savrulmuş; kötü niyetli kimselerin elinde, cinselliğinin alınıp satıldığı bir tutsak olmuştur.

Yazar, savaş yıllarındaki İskenderun’u bütün çarpıcılığıyla dile getirir: “Savaş kendi düzenini kurdu sonunda. Mersin dallarıyla ısıtılan fırınlarda arpa, kuşyemi unlarına saman, ot katılıp ekmek yapılıyordu. Hamurkârlık, ocakçılık, hamallık yaptı adam. Onun onca yorgunluğuna karşın, Triyandafilis’in yüzünde; büyüyen gözleriyle kireç rengi teni kaldı. Sultan ise toprak rengi bir kırışık tendi. Gözleri bu kırışıklıkların arasında yitti gitti.”(s.40) Gün gelir, yaşlı adam ölür. Yaşam iyice zorlaşır. Sultan kendini paralarcasına çalışır; aşçılık, çamaşırcılık, orta hizmetçiliği, temizlikçilik yapar. Triyandafilis, yaşlı Sultan’ı yaşama bağlayan canlı bir bağdır. İşe gittiğinde de kız “Gitme” diye boynuna sarılır. Her zaman ana kız gibidirler. Sultan bir şeyi fark etmiştir; Triyandafilis kaderlerinin birbirine bağlandığını bilmekte, sezmektedir.O zaman Sultan, Rum cemaatine, kiliseye haber vermediği için boşuna suçluluk duyduğunu düşünür. Bu tutumundan anlaşıldığına göre Sultan, onu farklı cemaatten biri değil; kendi dünyası, kendi kültürü içindeki biri gibi yakın görmektedir. Sevecenlik, şefkat ve analık duyguları, insan sevgisiyle sarmalanmıştır Sultan’ın yüreğinde. Çünkü o, İskenderun coğrafyası kadınlarındandır; farklılaştırmayı, ötekileştirmeyi görmeden büyümüştür. Aklına bile getirmez bu olumsuzlukları. Farklı kültürlerle birlikte, saygı ve sevgi içinde olmayı bir yaşam biçimine dönüştürmüş ve içselleştirmiştir. 

Triyandafilis ve Sultan uzun süre açlıkla, yoksullukla savaşır. Kimseleri yoktur. Triyandafilis Pierre’i unutmamıştır; bazı bunalımlı, sıkıntılı anlarında “Pierre çağırıyor” der Sultan’a. Zaman akar; Triyandafilis yirmi beş yaşına gelir. Kendisini görür görmez beğenen ve onun için ikinci bir Pierre olan Rıfat’la evlenirler. Evde yeni bir düzen kurulmuştur; Rıfat çalışarak para getirir; durumları biraz olsun düzelir. “Yaşam, küçük bir derenin öncesiz ve sonrasızmış gibi sürgit akışı, değişmez sesi ve basitliğiyle yürüdü.” (s. 51) der romanın anlatıcısı.

Bir gün Rıfat’ın askere celbi gelir. Bu mutluluğun gün gelip sona ereceğinden endişe duyan Sultan, bitişin böyle olacağını hiç düşünmemiştir. Bu kez de Rıfat’ı gözyaşları içinde uğurlamak, Triyandafilis için gerçekten bir yıkımdır. Durmadan “ne pars pas” diye mırıldanır. Pierre ile Rıfat aynı kişiye dönüşmüştür sanki onun zihninde. Geçmiş ve şimdiki zaman birbirine karışmıştır. Rıfat ertesi gün geleceğini söyleyip giderken yüreği parça parçadır. Triyandafilis sabah erkenden askeriyeye gider, akşama kadar çevrede dolanıp durur. Acemi erler gece yarısından sonra, sabaha karşı sevk edilmişlerdir ne yazık ki.

Sultan her an kızın yanındadır. Mevsim değişikliklerinde Rıfat’tan şöyle söz eder Triyandafilis: “Rıfat gitti, portakal çiçekleri de gitti. Portakal geldi. Sonra ayva geldi. Sonra çok çiçekler geldi. Gök ağladı. Yine portakal çiçekleri geldi.” (s.56) Yazar, dünyaya bir çocuk zihni ile bakan genç kadının iç dünyasını anlatır bu cümlelerle. Nihayet bir gün Rıfat eve gelir. Triyandafilis ona bir çocuk gibi küskün davranır önce. Sonra birbirlerine sarılırlar. Rıfat bir ara “Sultan Ana beni… Bizi Kore diye bir memlekete gönderiyorlar.” der ve çok uzağa gideceğini anlatır. “Sultan Ana bizi savaşa gönderiyorlar,”derken çaresizdir. Triyandafilis’in, daha o söylemeden sezgileriyle onun çok uzağa gideceğini kavramış olduğunu dile getirir. Derken, törenlerle uğurlanır askerler; İskenderun limanından canlar gemilere yüklenir. Töreni sessizce izleyen Triyandafilis dönüşte yolda gördüğü karacı, denizci erlerin sırtına dokunmaya başlar. Şaşkınlıkla dönen genç adamlar onun çok hüzünlü, derin sesini duyarlar: “Gitme!..” Erler onun ölüm meleği olduğunu düşünürler ve mayın tarlasına girmişler gibi can korkusu bürür içlerini, titrerler…




Rıfat’ın şehit olduğu haberini radyosu olan bir komşuları duyar. Sessizce Sultan’a duyurur. Sultan Triyandafilis’in perişan olacağını düşünür. Eve geldiğinde Triyandafilis’e hiçbir şey söylemez. Triyandafilis saçlarını örmek isterken tokalarından birini yitirip derinden gelen bir ağıt tutturur. Sanki sevdiğini yitirdiği içindir tüm ağıtı; o, sezgileriyle hakikati gören biridir. Triyandafilis günlerce uzaklara bakar. Rıfat’ın bıraktığı para tükenir. Sultan, yaşlı ve güçsüz olduğu için çalışamaz, dilenmeye başlarsa da zoruna gider. Komşular onlara sık sık yemek gönderirler. Cemaate gidip yardım ister, söz alır kiliseden. Dönüşte kıza ihanet etmiş gibi hisseder kendini. Çünkü o Triyandafilis’i artık kendisinden bir parça olarak hissetmektedir. Bir gece iyice güçten düşen yaşlı kadın, uykusundan ölüme geçer sessizce. Triyandafilis yapayalnız kalır. Komşular cenazeyi kaldırırlar. Sultan bebeklerini, tahta oyuncaklarını çıkarır, süsleri, kurdeleleri… Kendine bir oda kurar; bir dünya… Evine kapanır. Komşular kapısına yemek koyarlar. Kapıyı açmadığı için, ona, böyle sokak kedisine bırakır gibi yemek bırakmak zorunda kaldıkları için üzüntü duyarlar. Karşılık beklemeyen, farklılık gözetmeyen iyilik, insani yardım ve dayanışmanın bir örneğini sergiler insanlar. Triyandafilis iki yönden farklıdır, birisi farklı bir kültürden, Rum bir aileden gelmesi, ikincisi ise doğuştan zihinsel engelli olması, yaşama bu nedenle başka gözlerle bakması… Çokkültürlülüğü özümsemiş ve onu yaşam biçimine dönüştürmüş bu kentin insanları, iyilik ve yardımlarını doğallık ve içtenlikle yaparlar; özellikle komşu kadınlar arasındaki dayanışmanın altı çizilir.

Aradan uzun yıllar geçer. Triyandafilis dışarı çok az çıkan yorgun ve yaşlı bir kadındır artık. Evinin hayaletli olduğu söylenir; insanlar oradan uzak dururlar. Kuşaktan kuşağa evin büyülü olduğu anlatılır. Bir akşam asker uğurlaması sonrası yolunu şaşırıp kentin bu kenar mahallesine gelen bir asker adayı, çocukluğundaki hayaletli evin birdenbire karşısına çıktığını görür. Uzak anıları canlanır. Tam sokağın köşesini dönerken kupkuru, ince parmaklar omzuna yapışır. Ateş gibi yanar omzu. Bağıramaz. Çocukluğundaki o yaşlı kadın sessizce karşısına çıkınca ürker genç adam. Çok yaşlanmıştır kadın, sesinin tınısı yumuşak ve anlamlıdır: Ona “Gitme” diyerek yalvarır. O an kadının ne denli sevecen olduğunu duyumsar. Kadın sessizce karanlığa karışıp gider. Asker ona seslenir: “Sen de gitme!”  Ne yazık ki bir daha göremez o beyazlı kadını. Öykü böylece gizemli biçimde sona erer. Triyandafilis’in asker üniformasıyla gidenlere öykü boyunca “Gitme”diye seslenmesi, öykünün içindeki savaş karşıtlığını da gösterir. Triyandafilis’in saf, temiz ve içten dünyasından kaynaklanıp dudaklarından dökülen dokunaklı bir sözdür; “Gitme…”Onun, askeri üniformayla giden tüm sevdikleri bir daha asla dönmemiştir.

İskenderun coğrafyasındaki çokkültürlük; bu olgu sonucunda gerçekleşen bir arada yaşama ve barış kültürü, Sen de Gitme Triyandafilis’te kadın karakterler bağlamında dile getirilirken, kadın doğasından gelen sevgi ve şefkat, çokkültürlü yapılanma içindeki toplumsal saygı, hoşgörü ve sevgi unsurlarıyla sarmaşır. Ayla Kutlu’nun benzer motif ve temalara yer verdiği Matmazel Dimitra’nın Bitmemiş Hikâyeside bu bağlamda okunabilir.

Ayla Kutlu, Triyandafilis’in tragedyasının asıl nedeninin sadece doğanın yanlışlığından değil, birbirini izleyen karışık dönemler ve savaşların, böylesi çalkantılarla hiçbir ilişkisi, ilintisi olmayan insanlara bulaştırdığı talihsizlik olduğunu belirtir ve “savaşların en acı öykülerini o nedenle suçsuz insanlar yaşar,” der. (s.212) Belki de Triyandafilis’in tek talihi, farklı kültürlere sahip çıkan, saygı gösteren bir toplumsal formasyonun yer aldığı İskenderun’da yaşamasıdır. Bu nedenle onca çileye, kedere ve acıya rağmen ayakta kalabilmiş; onu kendinden ayrı görmeyen insanlardan yardım, şefkat, destek görmüş ve yaşamı boyunca “Gitme”diyebilmiştir.

Yazarın yarattığı canlı bir karakter olan Triyandafilis’in o ipeksi sesi, öykünün sayfalarından fısıldamaktadır hâlâ: “Gitme!”



Hülya Soyşekerci
hsoysekerci@gmail.com







Viewing all 195 articles
Browse latest View live