İçinde yaşadığımız çağ, teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızı içinde dünyanın yeniden biçimlendiği; toplumların yeniden yapılandığı; bireylerin algıları ve zihniyetinin giderek değişip dönüştüğü bir döneme karşılık gelmektedir. Tarihin tanık olduğu en farklı dönemlerden birinin içinde yaşıyor olmak, hem kaotik bir durumu, hem de çok parçalılığın içinde bütünlüğü hedefleyen evrensel- toplumsal bir sistemi dayatmaktadır insana. Böylesine devasa ve karmaşık sistem içinde insan, kendini gerçekleştirmek, kendi varoluşunu oluşturabilmek ve yitip gitmemek için; kendini dışa açmak, teknolojinin belirlediği yeni hayat tarzında çok sık karşılaştığı ve tanık olduğu kültürel farklılıkları ötekileştirmeden; bu kültürlerle bir arada, sevgi, saygı, uyum ve barış içinde yaşamak durumundadır. Demokrasinin ruhu, farklılıkların birlikteliğine duyulan saygıda kendini ifade eder.
Çağın yapısına uygun çokkültürlülük olgusunu işleyen yazınsal metinler, çoğu zaman farklı renklerin birbiriyle kaynaşıp sarmaştığı estetik bir güzelliği sunarlar. Farklılıkları bir araya getirip sevgiyle kaynaştırma, kadın doğasından gelen bir özelliktir aynı zamanda. Kadınlar tarihsel dönemlerde çoğu zaman birleştirici, bütünleştirici özelliklerini kullanmışlar; kendilerini, bir “düşman” ya da “öteki” yaratma üzerinden ifade etmek yerine şefkatli, onarıcı ve birleştirici yönlerini öne çıkararak ifade etmeye özen göstermişlerdir. Bu olgunun, yazınsal metinlerde; roman ve öykülerde özellikle kadın yazarlar ve kadın edebiyatı bağlamında başarıyla işlendiği görülür. Bu konuyla ilgili olarak edebiyatımızdan birçok kadın yazar ve yapıtlarının adlarını belirtmek olası; ancak ben Ayla Kutlu’nun etkilendiğim öykülerden biri olan Sen de Gitme Triyandafilis’ten söz etmek istiyorum bu yazıda.
Ayla Kutlu, Sen de Gitme Triyandafilis’in olay örgüsünü kronolojik çizgide ilerleyen geniş bir zaman dilimine yayar. Böylece bu uzun öyküde tarihsel bir döneme özgü toplumsal olaylara ve bu olayların birey üzerindeki etkilerine tanık oluruz. Fransız işgali sonrası İskenderun’a, bu kentte yaşayan bir Rum ailenin yaşantılarına ve kızları Triyandafilis’e çeviririz bakışlarımızı.
Yazarın, Sen de Gitme Triyandafilis’in ilk sayfasındaki “Doğasını ve insanlarını bende yeniden doğuran; iç zenginliğimi, düş gücümü ve yaratıcılığımı çoğaltan kentime…” ifadesiyle, kitabı İskenderun’a adamış olduğu dikkatimizi çeker.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, Sen de Gitme Triyandafilisöykülerindeki her parçada İskenderun’un kültürel yapısından gelen pek çok özellik olduğunu, bu kentte yetişmiş olmasaydı bu öykülerin çıkmayabileceğini belirterek, nedenini şöyle anlatır: “Bir bölge, bir kent düşününüz: Eski kitaplarda Kenan Ülkesi diye geçen bolluk diyarının üst sınırında. Bütün dinlerin çıkıp yayıldığı bölgedir burası. Zenginlik buralarda ticaret yapmak isteyen uzak ülke insanlarını çektiği gibi, burada yaşayan insanları uzak ülkelerle içli dışlı hale getirmiştir. İmparatorluğun en çok ırk, din ve mezhebinin bulunduğu bölgesidir buralar. Örneğin Antakya Kilisesi çok önemli bir merkezdir…” der ve şöyle devam eder: “Osmanlı yıkıldıktan sonra, Fransız Mandası altında kalmış, Batı insanıyla bire bir ilişki kurmuş bir toprak öte yandan. Özgürlüğün savaşını vermiş ve dünyayı titreten ikinci genel savaşın hemen öncesinde barışa kavuşmuş. İnsanlar birlikte yaşamayı öğrenmişler. Kültürün çeşitlenmesini düşünebiliyor musunuz? Her kapı, yemeğiyle, giysisiyle, aile kurumuyla, beğenisiyle ayrı bir dünya… Öte yandan başka kapılardan girmiş duvarları aşıp sinmiş başka güzellikler var. En önemlisi birbirine dost olmanın gerekliliğine duyulan inanç var. Bunları algılamış olmalıyım. Algılamanın en yoğunu çocukluktadır.… Bu, bilinen bir şey. Ancak yetmez. Daha sonra okuyarak, gözleyerek, düşünerek algılamalarınızı bir temele oturtursunuz.”(Sen de Gitme Triyandafilis, Bilgi Yay. Şubat 2009, s.211-212)
Bu sözleriyle Ayla Kutlu yetiştiği coğrafyadan ne denli derin bir şekilde etkilendiğini ve bu coğrafyanın kültürel farklılıklarının büyük bir zenginlik yaratarak öykülerini besleyen ana damar olduğunu ifade eder. Ayla Kutlu’nun yapıtlarında çokkültürlü toplumsal yapılanma, kadın özgürlüğü sorunsalı üzerinden aktarılır. Böylece bu coğrafyada yaşayan tüm kadınların; hangi dine, kültüre ya da ulusa mensup olurlarsa olsunlar, aynı ya da benzer sorunları ve çileleri yaşadıkları, okurun içini acıtan etkili dramlarla anlatılır.
Sen de Gitme Triyandafilisöyküsünde, Fransız işgali ve mandası sonucu zenginliğini artıran Rum tüccar Mösyö Antuvan, bir yandan da Fransız ordusunun yiyecek mutemetliğini yapmaktadır. Eşi Teodora ve çocuklarıyla; bakıcılar ve hizmetçileriyle; hatırlı konuklarıyla büyük bir evde ihtişamlı bir yaşam sürdürmektedir. Çocuklardan Aleksiya yirmi bir yaşında ve yakında evlenecek bir kızdır. On iki yaşındaki ikizler Niko ile Eleina birbirleriyle didişen iki yaramaz çocukturlar. Triyandafilis ise ikinci çocuktur; on beş yaşındadır, son derece güzel; ama ne yazık ki çok saf hatta geridir… Zekâ yaşı yedi yaşındaki bir çocuğu hiçbir zaman geçemeyecektir. İkizler, Triyandafilis’e sürekli sataşır; acımasızca alay eder ve sinsice ona kötülük yapmaya çalışırlar. Triyandafilis hiçbir zaman sokak kapısının dışına çıkarılmaz; evde gözler sürekli onun üzerindedir. Bu çok güzel ama zihinsel engelli kızın, evin dışında bir kötülüğe uğrayabileceği korkusuyla yaşarlar.
![]()
Triyandafilis’le en çok dadısı Sultan ilgilenir. Sultan’ın hiç çocuğu olmamıştır; analık duygularıyla bağlıdır Triyandafilis’e. Onu karşılık beklemeyen, içten ve özverili bir sevgiyle kuşatır daima. Mösyö Antuvan kızının durumuna çok üzülmekte; ara sıra onu bağrına basarak gözyaşı dökmektedir. İnsana keder verecek kadar güzel olan Triyandafilis, konuşma biçimiyle de bir çocuk gibidir; çok kısa cümleler çıkar ağzından. Onun güzelliği annesinin de yüreğine bir ağrı olarak saplanır. Dadı Sultan, Triyandafilis’e masallar anlatır. O da kendini, anlatılan masala katar; o masalın kahramanlarından olur bazen. Gün gelir, ailenin Beyrut’a taşınma durumu konuşulmaya başlanır. Ailenin taşınma hazırlığı yavaş yavaş sürer. “Dışarıda kopan kıyamet bu eve sızmıyordu bile. Türkler, Araplar, Rumlar, Ermeniler Hatay’ın Fransız mandasındaki Suriye’ye bağlanması, yahut Türkiye’ye katılması, yahut bağımsız devlet olması için bir gecede saf değiştiriyor, planlar hazırlıyorlardı.”cümlesiyle 1938-1939 yıllarında yaşanan gerçekler anımsatılarak öykü girişinin tarihsel arka planı çizilir.
Evin içinde ya da dışında olanların Triyandafilis için hiçbir önemi yoktur. On dokuz yaşındaki incecik Fransız eri Pierre, evin penceresinde gördüğü Triyandafilis’e âşık olur; genç kız onun yolunu bekler; o da Pierre’i sevmiştir. Sultan ve diğer çalışanlar onları pencere önünde görürler. Kızı korumayı öncelikli görevleri olarak gördüklerinden, Triyandafilis’i sürekli kollarlar. Ancak bir sabah Triyandafilis’in evin bahçe kapısından çıktığı ve on adım ileride Pierre ile buluştuğu görülür. Ancak ayrılık günü yaklaşmaktadır yavaş yavaş. Sultan eşya toplarken Triyandafilis’i yine pencerede görür. Pierre camın önündedir; ikisi de gözyaşı dökmektedir. Triyandafilis elini cama sürer, parmaklarını demirlerin arasından geçirir ve sayıklar gibi konuşur. Sürekli olarak “ne pars pas”(gitme) der sevdiğine. Sultan bu durum karşısında o kadar üzülür ki, Triyandafilis’in acı çekmesine dayanamaz ve sokak kapısını açar. “Hadi git, vedalaş arkadaşınla,” der. İki sevgili güneş batana kadar gülüşüp şakalaşırlar. Pierre kızın saçına beyaz bir sardunya dalı takar. Birliğin ayrılacağı günün sabahı Pierre kapıya son kez gelir. Triyandafilis avazı çıktığı kadar, “Gitme!” diye haykırır. Ama çaresizdirler; gözyaşları içinde ayrılırlar. Triyandafilis günlerce kendine gelemez; her sabah erkenden kalkıp pencerenin önüne geçerek yalvarır: “Gitme… Gitme…”
Sultan onun bu haline gözyaşı döker. Eşyanın yüklenmesi sırasında Triyandafilis evden kaçar. Bütün kenti ararlar; ama nereye gittiği bilinemez. Kente ilk defa çıkan Triyandafilis’in aklı karışır. O, Pierre’i aramaktadır; onu göremeyince öteki Fransız askerlerinin arkasına takılır. Onların kamyonlarından birinin arkasından “Gitme,” diye koştururken askerler alay ederek onu kamyona alırlar. Bir daha haber gelmez Triyandafilis’ten. Kızın annesi ve babası çok üzgündür; içleri parçalanarak kenti terk etmek zorunda kalırlar.
İkinci Büyük Savaş çıkar; dünyada kan ve gözyaşı egemendir. Zaman geçer; Triyandafilis unutulur gider. Sultan onu bir yürek ağrısı olarak anımsar; acısının rüzgârı giderek hafifler.
Bir gün perişan ve sefil haldeki genç bir kadın İskenderun’a gelir. Çok acı çekmiş, çok istismara uğramıştır. Fransız askeri mezarlığının kapısı önünde durur. Mezarların üstündeki haçları, kollarını iki yana açmış Pierre’lere benzetir. Kentte üç beş gün dolaşır; kendisine tanıdık gelen bir bahçeye gelince durur. Sultan’ı görünce hemen seslenir Triyandafilis; onu da unutmamıştır. Sultan’ın yüreğini anılar rüzgârı doldurur; kızı kucaklar, bağrına basar. Yoksulluk içindeki evine alır onu; kızı yıkayıp temizler. Ölümlük dirimlik parasından bir kısmıyla, kocasını Triyandafilis için yiyecek almaya gönderir. Bir türlü gelemeyen kocasını beklemekten yorulunca kızın aç yatmasına gönlü razı olmaz; evdeki ekmekleri ona yedirir. Kocası elindeki parayla bile güzel bir yiyecek bulamadan eve döner; komşularından parayla istediği halde yumurta, yağ, reçel bulamaz. Hepsi ellerini iki yana açıp “Yok,” derler; “Kör olasıca savaş…”
Yaşlı adam eve geldiğinde, uyuyan kıza bakıp onu alnından öper ve Tanrı’dan onu kendilerine bağışlamasını ister; “Yaşamak için bir sebebe muhtacız.” der. Sultan ve kocası Triyandafilis’i şefkat ve sevgiyle kuşatır; onun incinmiş olduğunu düşünerek üzülürler; yaralarını sarmaya çalışırlar. Sonraki günlerden birinde Triyandafilis başına gelenleri kopuk kopuk anlatır; anlattığı öykü zaman zaman bulanır, öncesi sonrası birbirine karışır, uzun suskunlukların arkasındaki acıları yeniden yaşadığını yüzündeki, gövdesindeki titreşimler, kasılmalar belli eder; sık sık ağlar. Anlattıklarından anlaşılır ki Triyandafilis köyden köye, evden eve savrulmuş; kötü niyetli kimselerin elinde, cinselliğinin alınıp satıldığı bir tutsak olmuştur.
Yazar, savaş yıllarındaki İskenderun’u bütün çarpıcılığıyla dile getirir: “Savaş kendi düzenini kurdu sonunda. Mersin dallarıyla ısıtılan fırınlarda arpa, kuşyemi unlarına saman, ot katılıp ekmek yapılıyordu. Hamurkârlık, ocakçılık, hamallık yaptı adam. Onun onca yorgunluğuna karşın, Triyandafilis’in yüzünde; büyüyen gözleriyle kireç rengi teni kaldı. Sultan ise toprak rengi bir kırışık tendi. Gözleri bu kırışıklıkların arasında yitti gitti.”(s.40) Gün gelir, yaşlı adam ölür. Yaşam iyice zorlaşır. Sultan kendini paralarcasına çalışır; aşçılık, çamaşırcılık, orta hizmetçiliği, temizlikçilik yapar. Triyandafilis, yaşlı Sultan’ı yaşama bağlayan canlı bir bağdır. İşe gittiğinde de kız “Gitme” diye boynuna sarılır. Her zaman ana kız gibidirler. Sultan bir şeyi fark etmiştir; Triyandafilis kaderlerinin birbirine bağlandığını bilmekte, sezmektedir.O zaman Sultan, Rum cemaatine, kiliseye haber vermediği için boşuna suçluluk duyduğunu düşünür. Bu tutumundan anlaşıldığına göre Sultan, onu farklı cemaatten biri değil; kendi dünyası, kendi kültürü içindeki biri gibi yakın görmektedir. Sevecenlik, şefkat ve analık duyguları, insan sevgisiyle sarmalanmıştır Sultan’ın yüreğinde. Çünkü o, İskenderun coğrafyası kadınlarındandır; farklılaştırmayı, ötekileştirmeyi görmeden büyümüştür. Aklına bile getirmez bu olumsuzlukları. Farklı kültürlerle birlikte, saygı ve sevgi içinde olmayı bir yaşam biçimine dönüştürmüş ve içselleştirmiştir.
Triyandafilis ve Sultan uzun süre açlıkla, yoksullukla savaşır. Kimseleri yoktur. Triyandafilis Pierre’i unutmamıştır; bazı bunalımlı, sıkıntılı anlarında “Pierre çağırıyor” der Sultan’a. Zaman akar; Triyandafilis yirmi beş yaşına gelir. Kendisini görür görmez beğenen ve onun için ikinci bir Pierre olan Rıfat’la evlenirler. Evde yeni bir düzen kurulmuştur; Rıfat çalışarak para getirir; durumları biraz olsun düzelir. “Yaşam, küçük bir derenin öncesiz ve sonrasızmış gibi sürgit akışı, değişmez sesi ve basitliğiyle yürüdü.” (s. 51) der romanın anlatıcısı.
Bir gün Rıfat’ın askere celbi gelir. Bu mutluluğun gün gelip sona ereceğinden endişe duyan Sultan, bitişin böyle olacağını hiç düşünmemiştir. Bu kez de Rıfat’ı gözyaşları içinde uğurlamak, Triyandafilis için gerçekten bir yıkımdır. Durmadan “ne pars pas” diye mırıldanır. Pierre ile Rıfat aynı kişiye dönüşmüştür sanki onun zihninde. Geçmiş ve şimdiki zaman birbirine karışmıştır. Rıfat ertesi gün geleceğini söyleyip giderken yüreği parça parçadır. Triyandafilis sabah erkenden askeriyeye gider, akşama kadar çevrede dolanıp durur. Acemi erler gece yarısından sonra, sabaha karşı sevk edilmişlerdir ne yazık ki.
Sultan her an kızın yanındadır. Mevsim değişikliklerinde Rıfat’tan şöyle söz eder Triyandafilis: “Rıfat gitti, portakal çiçekleri de gitti. Portakal geldi. Sonra ayva geldi. Sonra çok çiçekler geldi. Gök ağladı. Yine portakal çiçekleri geldi.” (s.56) Yazar, dünyaya bir çocuk zihni ile bakan genç kadının iç dünyasını anlatır bu cümlelerle. Nihayet bir gün Rıfat eve gelir. Triyandafilis ona bir çocuk gibi küskün davranır önce. Sonra birbirlerine sarılırlar. Rıfat bir ara “Sultan Ana beni… Bizi Kore diye bir memlekete gönderiyorlar.” der ve çok uzağa gideceğini anlatır. “Sultan Ana bizi savaşa gönderiyorlar,”derken çaresizdir. Triyandafilis’in, daha o söylemeden sezgileriyle onun çok uzağa gideceğini kavramış olduğunu dile getirir. Derken, törenlerle uğurlanır askerler; İskenderun limanından canlar gemilere yüklenir. Töreni sessizce izleyen Triyandafilis dönüşte yolda gördüğü karacı, denizci erlerin sırtına dokunmaya başlar. Şaşkınlıkla dönen genç adamlar onun çok hüzünlü, derin sesini duyarlar: “Gitme!..” Erler onun ölüm meleği olduğunu düşünürler ve mayın tarlasına girmişler gibi can korkusu bürür içlerini, titrerler…
![]()
Rıfat’ın şehit olduğu haberini radyosu olan bir komşuları duyar. Sessizce Sultan’a duyurur. Sultan Triyandafilis’in perişan olacağını düşünür. Eve geldiğinde Triyandafilis’e hiçbir şey söylemez. Triyandafilis saçlarını örmek isterken tokalarından birini yitirip derinden gelen bir ağıt tutturur. Sanki sevdiğini yitirdiği içindir tüm ağıtı; o, sezgileriyle hakikati gören biridir. Triyandafilis günlerce uzaklara bakar. Rıfat’ın bıraktığı para tükenir. Sultan, yaşlı ve güçsüz olduğu için çalışamaz, dilenmeye başlarsa da zoruna gider. Komşular onlara sık sık yemek gönderirler. Cemaate gidip yardım ister, söz alır kiliseden. Dönüşte kıza ihanet etmiş gibi hisseder kendini. Çünkü o Triyandafilis’i artık kendisinden bir parça olarak hissetmektedir. Bir gece iyice güçten düşen yaşlı kadın, uykusundan ölüme geçer sessizce. Triyandafilis yapayalnız kalır. Komşular cenazeyi kaldırırlar. Sultan bebeklerini, tahta oyuncaklarını çıkarır, süsleri, kurdeleleri… Kendine bir oda kurar; bir dünya… Evine kapanır. Komşular kapısına yemek koyarlar. Kapıyı açmadığı için, ona, böyle sokak kedisine bırakır gibi yemek bırakmak zorunda kaldıkları için üzüntü duyarlar. Karşılık beklemeyen, farklılık gözetmeyen iyilik, insani yardım ve dayanışmanın bir örneğini sergiler insanlar. Triyandafilis iki yönden farklıdır, birisi farklı bir kültürden, Rum bir aileden gelmesi, ikincisi ise doğuştan zihinsel engelli olması, yaşama bu nedenle başka gözlerle bakması… Çokkültürlülüğü özümsemiş ve onu yaşam biçimine dönüştürmüş bu kentin insanları, iyilik ve yardımlarını doğallık ve içtenlikle yaparlar; özellikle komşu kadınlar arasındaki dayanışmanın altı çizilir.
Aradan uzun yıllar geçer. Triyandafilis dışarı çok az çıkan yorgun ve yaşlı bir kadındır artık. Evinin hayaletli olduğu söylenir; insanlar oradan uzak dururlar. Kuşaktan kuşağa evin büyülü olduğu anlatılır. Bir akşam asker uğurlaması sonrası yolunu şaşırıp kentin bu kenar mahallesine gelen bir asker adayı, çocukluğundaki hayaletli evin birdenbire karşısına çıktığını görür. Uzak anıları canlanır. Tam sokağın köşesini dönerken kupkuru, ince parmaklar omzuna yapışır. Ateş gibi yanar omzu. Bağıramaz. Çocukluğundaki o yaşlı kadın sessizce karşısına çıkınca ürker genç adam. Çok yaşlanmıştır kadın, sesinin tınısı yumuşak ve anlamlıdır: Ona “Gitme” diyerek yalvarır. O an kadının ne denli sevecen olduğunu duyumsar. Kadın sessizce karanlığa karışıp gider. Asker ona seslenir: “Sen de gitme!” Ne yazık ki bir daha göremez o beyazlı kadını. Öykü böylece gizemli biçimde sona erer. Triyandafilis’in asker üniformasıyla gidenlere öykü boyunca “Gitme”diye seslenmesi, öykünün içindeki savaş karşıtlığını da gösterir. Triyandafilis’in saf, temiz ve içten dünyasından kaynaklanıp dudaklarından dökülen dokunaklı bir sözdür; “Gitme…”Onun, askeri üniformayla giden tüm sevdikleri bir daha asla dönmemiştir.
İskenderun coğrafyasındaki çokkültürlük; bu olgu sonucunda gerçekleşen bir arada yaşama ve barış kültürü, Sen de Gitme Triyandafilis’te kadın karakterler bağlamında dile getirilirken, kadın doğasından gelen sevgi ve şefkat, çokkültürlü yapılanma içindeki toplumsal saygı, hoşgörü ve sevgi unsurlarıyla sarmaşır. Ayla Kutlu’nun benzer motif ve temalara yer verdiği Matmazel Dimitra’nın Bitmemiş Hikâyeside bu bağlamda okunabilir.
Ayla Kutlu, Triyandafilis’in tragedyasının asıl nedeninin sadece doğanın yanlışlığından değil, birbirini izleyen karışık dönemler ve savaşların, böylesi çalkantılarla hiçbir ilişkisi, ilintisi olmayan insanlara bulaştırdığı talihsizlik olduğunu belirtir ve “savaşların en acı öykülerini o nedenle suçsuz insanlar yaşar,” der. (s.212) Belki de Triyandafilis’in tek talihi, farklı kültürlere sahip çıkan, saygı gösteren bir toplumsal formasyonun yer aldığı İskenderun’da yaşamasıdır. Bu nedenle onca çileye, kedere ve acıya rağmen ayakta kalabilmiş; onu kendinden ayrı görmeyen insanlardan yardım, şefkat, destek görmüş ve yaşamı boyunca “Gitme”diyebilmiştir.
Yazarın yarattığı canlı bir karakter olan Triyandafilis’in o ipeksi sesi, öykünün sayfalarından fısıldamaktadır hâlâ: “Gitme!”
Hülya Soyşekerci
hsoysekerci@gmail.com